TransMysia ilk iki gün…

Misi Köyü’ne varış…

Bursa’dan iki aktarma ile TransMysia parkurunun başlangıç noktası olan Misi Köyü’ne geldik. Sırt çantaları üzerimizde, hem rota konusunda destek veren Osman ile tanışmak hem de aklımızdaki diğer sorular için belediyenin ofisine gittik önce. Osman buluşuruz demişti ama izne ayrılmış bu hafta. Öyle olunca aynı konuları Irene Hanım’a anlatmak durumunda kaldık. Özellikle ilk gecemiz konusunda da destek verdi sağolsun. Ondan sonrası günler, Osman’la gitmeden önce yaptığımız görüşmelerde anlattığı kadar basit geçmedi açıkçası, ilerleyen günlerde anlatacağım. Çantaları ofise bırakıp hem köyü keşfedelim hem de çadır atabileceğimiz bir yer var mı bakalım dedik. Bir camping alanının tabelaları vardı köy girişinde. Oraya gittiğimizde eskiden çadır aldıklarını ama artık sadece karavan kabul ettiklerini söylediler. Sonrasında mecbur iki küçük otel bulduk köyde. Bunlardan biri olan Mis Gibi hemen köyün girişinde temiz, keyifli bir yer. Resepsiyonda görevli Ege de oldukça yardımcıydı, orada kalmaya karar verdik. Sabah normallerinden erken bir kahvaltı bile hazırlayacaklar bizim için yola çıkmadan önce… Takvim Ekim başını gösterince köy turist sezonunu kapatmış, anca üç-beş yer açık. Müzeler de Pazartesi olduğu için kapalı olunca yürüyüş yapmak dışında bir alternatif yoktu köyde. Köyün ortasından bir dere akıyor. Restaurantlar bu suyun yanına dizilmiş. Biz de bunlardan birinde akşam yemeğimizi yedik, hatta beklediğimden de iyi çıktı diyebilirim.  Yarın yürüyüş bizi bekler… Biraz dinlenip uyuma vakti…TransMysia ilk iki gün...

Güne notlarımsa şöyle 🙂 12,5 kg çanta ile geldim. Şu an ben değil de, sırt çantam beni götürüyor gibi bir durum var 🙂 48 kg olduğum düşünülürse beden ağırlığıma göre taşımam gerekenin üzerinde bir ağırlık aslında. Yürürken saatler geçtikçe o hissettiğimiz ağırlık da katlanacağından çantamla birlik olabilmeyi umuyorum. Ofiste konuşurken ormanda ayılar olduğundan bahsettiler. İlk defa orada duyunca biraz tedirgin olmadım değil… Ara ara ses çıkararak ya da düdük çalarak ilerlememizi önerdiler. Yolda nelerle karşılaşacağız bakalım 🙂

Günlük mesafe: 7,3 km.

1. Gün: Misi – Doğancı Sırtı – Kadriye  

TransMysia ilk iki gün...TransMysia yolu belli parkurlara ayrılmış yürüyüşçüler için. Altı parkurdan oluşuyor. Buna ek olarak bu altı parkura bağlanan alternatif yürüyüş, bisiklet ve atlı rotalar planlanmış. Bugün yürüyeceğimiz T1 ve T2 parkurları TransMysia’nın ilk iki parkuru… Tabii gücümüzü yettirebilirsek. Çok yorulursak dayanamadığımız yerde atacağız artık çadırı…

Rotanın başlangıcı Misi Köyü olmasına rağmen köydekiler bu yoldan bi’haber… Konuştuğumuz insanlar Japonya’dan bahsediyormuşuz gibi bakıyorlar yüzümüze… Günler içinde geçtiğimiz yollarda sohbet ettiklerimizin de çoğu bilmiyordu. Açıkçası tanıtımının hiç yapılamamış gibi görünüyor.

Kahvaltının ardından, bize iletilmiş olan online haritanın yönlendirmesi ile başlangıç noktasına doğru ilerlemeye başladık. Yolun  web sitesindeki fotoğraflardan anımsadığımız o başlangıç tabelalarını göremeden, bir şekilde kendimizi T1’in içinde bulduk. Açıkçası dakka 1 gol 1 kaybolduk dedik ama artık haritalar yeni güncellendiği için mi yoksa tabelaları kaldırdıkları için mi bilmiyorum girdik, gireceğiz parkura derken ağaca asılı ilk küçük Mysia tabelasını görüşümüzle anca rotaya girdiğimizi anlayabildik. Hava güzel olunca tshirtlerle güne başladık. Günün tamamı neredeyse tırmanışlarla geçti. Çam ormanlarının içinde ilerlerken onları soluklamak güzel gelse de uzunca bir süre peşimizi bırakmayan yürüdüğümüz yamacın altından akan araç yolundan gelen gürültü ormanın naifliğini gölgeliyordu. Açıkçası heyecanla sadece doğa sesi duyacağım yerleri merakla bekliyorum. Ha bir de yurdum insanının pisliği. Çok kısa mesafelerle gördüğümüz torba torba atıklar bir kez daha “yazık cânım ülkeme” dedirtti. T1 parkuru Doğancı Sırtı’na tırmanışla geçiyor. Ben birçok kadın gibi dışarıya çıkarken çanta taşımak yerine, yanımda kim varsa cüzdan ve telefonumu verip o yükten bile kurtulmaya çalışan biri olarak sırtımda onca kilo ile tırmanmak çok da kolay değildi benim için. Doğancı Sırtı diye geçiyor, gerçekten de ne sırtmış! tırman tırman bitmiyor 🙂

TransMysia ilk iki gün...

Biraz soluklanmak için dağ manzarasına karşı bir yamacı tercih ettik bugün. Bize enerji versin diye sağlıklı atıştırmalıklarımızı yerken yırtıcı kuşların çift halinde süzülüşlerini izliyorduk gökyüzünde… Yol boyunca böğürtlen topladık ara ara. Helikopter böcekleri ve köpekler sık sık eşlikçimizdi. Uzun molalarda ayakkabımı ve çorabımı çıkarmamanın büyük bir hata olduğunuysa ancak akşam botlardan kurtulunca anlayacaktım ne yazık ki…

TransMysia ilk iki gün...Yol boyunca işaretlemeler çok yetersiz. Özellikle yolun sonu bir açıklığa çıkıyorsa iki koldan haritalar elimizde nereden gideceğimizi bulmakla geçti zaman… Ve bu her açıklık alanda yaşandı. Bari kritik yerlerde tabelalandırma olsa boşuna enerji ve zaman kaybı yaşamazdık. Gitmeden en önemli sorularımızdan biri su kaynakları olmuştu bir de… Yol boyunca yeterli çeşme olduğu, 1 lt suyun yeterli olduğu söylenmişti. Bugün gördüğümüz beş çeşmeden üçü akıyordu. Önümüzdeki günlerde hiç kaynak olmayan yerlerden de habersizdik o sıralar…

T2 parkuruna devam ederken yağmur çiselemeye başladı, ne güzel hava serinledi derken yağmur şiddetini arttırdı. Hem çanta hem kendimiz için yağmurluklar devreye girdi. Yağmurun kesilmesinin ardına da, belki yüksek rakımda olmamızın da etkisiyle sise girdik. Dağların arasından geçen sisi izlemek, sis dumanını yararak yürümekse keyifliydi… Tabii biz buna keyif gözüyle bakarken akşam köydekilerle sohbet ederken şöyle bir diyaloga girmek de düşündürücüydü. “Biz bile orman köylüsü olarak siste kaybolabiliyoruz, o durumda sürüdeki hayvanları takip ediyoruz” dedi Osman Ağabey. Bir süre önce siste yolunu kaybeden bir kadının yamaçtan yuvarlanarak hayatını kaybettiğini ekledi sonra. Biz keyif derken, yine doğanın gücüne karşı güç gösterisiymiş gibi geldi bu düşüncemiz; oysa insan olarak ne kadar aciziz onun karşısında…

TransMysia ilk iki gün...

Bugünün ortasına gelmeden çantamın omuz askıları kesmeye başladı bile. Ayaklarım sorun olur derken bedenimde ilk fire buradan başladı. Bu kadar mı? Değil tabii… Belim ve kasığımda ağrı, sol dizimde de hafif yük binmesi başladı. Batonlar tırmanışlarda kurtarıcı… Ama büyük bir ihtimal benim kollarımın güçsüzlüğünden bir süre sonra onlar da ağır gelmeye başladı, kollarımın üst kısımları kaslanacak gibi 🙂

TransMysia ilk iki gün...

Gücümüz yettiğinden mi yoksa hedefi gerçekleştirme isteğimizden mi bilmiyorum T2 parkurunu da tamamlayıp akşam saatlerinde Kadriye Köyü’ne vardık. Belediye bizim geleceğimizi haber vermişti ya dün, Osman Ağabey bizi karşıladı köyde. Önce köy kahvesinde bir çay içtik döküm sobanın yanında… Sağolsun çok ilgiliydi, önce lojmana götürdü akşam kalmamız için ama elektrikte sorun vardı. Biz kalırız sorun değil desek de onun içine sinmedi. Kahvenin üzerindeki misafirhaneye aldı bizi. İki çekyat, bir ısıtıcı daha ne olsun şamda kayısı 🙂 Eşyalarımızı atıp yine kahveye indik. Sabahki yumurtadan mı bilmiyorum, hiç acıkmadım hala. Ama çantanın yükünün azalması ve enerjimi düşürmemek için konservelerden birini açtım orada. Bir yandan Osman Ağabey ile sohbet edip, bir yandan çay içtik. “Ayı görürsek ne yapmamız gerekiyor?” diye sorduk ona. “Ayının bebeği varsa ya da aniden karşılaşırsanız sorun olur” dedi. “Eğer uzaktaysa zaten o da size yaklaşmak istemez; karşılaşırsanız da göz göze gelmeyin yavaş yavaş uzaklaşmaya çalışın” dedi. Ne diyeyim, umarım karşılaşmayız 🙂 Yürürken ağaç kesilmelerine tanık olduğumuzu söyledik. Beş yılda bir ormanlık alanları devlet işaretliyormuş. Belli bir alan içinde işaretlenenlerin dışında kalan ağaçlarının kesimine devlet izin veriyormuş. Buna “havalandırma” diyorlarmış. Köylüler bu ağaçlardan para kazanıyormuş, devlete de her ster (0,7m3) için belli bir para veriyorlarmış. Bu ve hayvancılık buradaki orman köylülerinin geçimiymiş.

21.00 sularında odaya çıktığımızda çıkarabildim botları ilk defa. Çoraplarım ıslak, ayak parmaklarım sanki bütün gün suda kalmış gibi büzüş büzüş ve bembeyazdı, uzun bir süre de kendi rengini bulamadı. Bugün, gün içinde havalandırmamış olmam kısa süre içinde sorun olacağından habersizdim henüz…

Günlük yürüyüş mesafesi: 19,42 km.

Hareket saati: 09:15 Varış Saati: 18.35

 

2.Gün: Kadriye – Güngören –  Maksempınar

TransMysia ilk iki gün...

Bugünkü hedef T3 ve T4 parkurlarını tamamlamak… yine aynı düşünce ile tabii, “imdat noktasına gelmeden dur, yarın devam et.” Sabah köyde kangal kırması iki köpeğin merhabasıyla güne başladık. Köyden çıkışta kullanmamız gereken sokağa girmemizi pek uygun görmediler. Havlamalarından iyi mi kötü niyetli mi olduklarını anlayamadığımdan o sırada evine girmekte olan bir köylüye sorayım “Afedersiniz, bir bakar mısınız” derken kapı suratıma kapandı. Sesime çıplak ayaklarla evinden fırlayan köpeğin sahibi adamcağız “Korkmayın, geçebilirsiniz” derken bir yandan köpeklerini çağırıyor bir yandan da ayakkabılarını giymeye çalışıyordu. Aynı yerde karşılıklı oturan iki insan, iki ayrı tavır işte ne diyim; her çeşit insan var…

T3 parkuru yemyeşil ormanlar içinde geçiyor geneli… Gerçekten harika, gökyüzü görülmüyor yaprakların birbirleri ile buluşmasından… Ayağımın altında yaprak hışırtıları, etrafta kuş sesleri… İşte o zaman “Hah, şimdi oldu!” dedim kendi kendime… Dünkü araç sesleri yerine, sadece duyduğum doğanın fısıldayışlarıydı beni mutlu eden… İki saat kadar yürüyüşün ardından güzel bir vadi gördük. Hem bir çeşme de vardı oradan sularımızı doldurabilirdik. Matımızı açıp hem dinlendik hem de kahvaltımızı yaptık sohbet eşiliğinde… Su ise yine yalan oldu T3 parkurunda gördüğümüz yedi çeşmeden ikisi akıyordu ve durduğumuz yerdeki yine yeniden akmayanlardan biriydi. Yolun devamında yine orman içinde çok da keyifle geçen uzunca bir yürüyüşün ardından bir anda kendimizi bir mermer üretim sahasının ortasında bulduk. Çok da kısa bir süre önce haritada doğru yerdeydik oysa…

TransMysia ilk iki gün...Haritadan koptuğumuz yere geri döndüğümüzde tam bir ormanın ortasındaydık ve  görünürde oradan girebileceğimiz patika adına bir iz yoktu. Tekrar maden mermer ocağına doğru gittik, belki oradan bir çıkış buluruz ümidiyle. Yoktu, olsa da baretsiz hiç de güvenilir bir alana da benzemiyordu burası, mecbur geldiğimiz yolu tekrar geri döndük. Arada bir noktada harita şaşıyor ama biz hiçbir çıkış bulamıyorduk. Telefon da çekmiyor, dedik yabacak birşey yok, yol kesişim noktasına kadar dönelim oradan belediyeyi arayalım, olmadı bir ev vardı oralarda onun kapısını çalalım. Git gellerden zaten sırtım yorulmuş ha gayret bir daha geri yürüdük. Önce evin kapısını çaldım, ses yok… Sonra merkezi aradım dediler mermer ocağına gelmeden bir tabela olacak orada bir patika olmalı. Dedim, tabela falan yok, patika da yok. Yanıt çıkarılmış demek ki… Allahım ne demek çıkarılmış, yolu bulamıyoruz! Telefonda ses zaten gidip geliyor, kapandı. O sırada iki adam gördük sanırım o evin sahibi. Dedik böyle böyle… Evet bir patika var-dı o arada ama o patika kapandı. Dedik, eğer bir yol varsa biz onu buluruz deyip, o rotanın şaştığı yere kadar gelip sağdan ormanın içine daldık son çare. Bileğimize kadar yapraklar, çalı çırpı, dikenli dalları yararak geçtiğimiz patika bizi hem bir Mysia tabelasına hem de asfalt bir yola çıkardı ama… Aması yolun 5 metre kadar üzerindeydik ve sanırım ters yönden parkuru tamamlamak isteyenler için konulmuş o tabelaya diğer gelenlerin varabilmesi için 5 metre zıplaması gerekiyordu! En güvenilir inişi bulmaya çalıştık. Sırtımızda kilolarca çantayla inmek denge için oldukça riskliydi. Bulduğumuz en makul yerden arkadaşım indi önce… Sonra ben o bayırcığın üst tarafından çantaları sallandırmaya başladım olabildiğince az zararla çantaları atabilmek için. Bir elimle en yakınımdaki dalı tutuyor diğer elim çantada düşmemeye çalışıyordum; Allahım yerden alıp sırtıma koymakta zorlandığım çantayı tek elle sarkıtmaya çalışırken buldum kendimi. İki çantayı da bir şekilde aşağıya gönderip, kendim indim sonra… Harika haritalama bir kez daha merhaba demişti bize!

TransMysia ilk iki gün...Güngören Köyü’ne kadar asfalt-çakıl bir yoldan ilerledik. Güngören Barajı’nın yanından geçtik. Uzaktan bir camii gördüğümüzde molaya yaklaştığımızı anlayabiliyordum artık. Köye girer girmez köy kahvesinin camından bir kafa uzandı “Çay ikram edelim” diyordu… Hemen oturduk tabii… Biraz sohbet, sıcak çay ve ayakkabıları çıkarıp biraz dinlenmeyi hak etmiştik.

Köyden çıkıp T4 parkuruna başlar başlamaz bir sokak köpeği bizimle birlikte yürümeye başladı. Köyden çıkıp orman yoluna girmeye başlayınca göndermeye çalıştık ama başaramadık. Bilmiyorduk ki bugünün kalan parkurunu bizimle yürümek istediğini! Bir teyzeyle karşılaştık “Ne zorunuz var o çantalarla yürüyorsunuz” diye ufaktan azarlandıktan inceden… Uzakta rüzgar güllerini gördüm hatta fotoğraflamak için biraz da yaklaştırdım, ne güzel görünüyorlar. Ormanlık araziden yürüdük uzun bir süre… Haritadan yol bulma konusunda iyice uzmanlaştık. Tabelalar önemli yerlerde yok, olanlar da kritik yerler yerine genelde düz yollar üzerinde. En acısı bazılarının yönlerinin yanlış gösterdiğine bile tanık olduktan sonra haritadan başka güvenebileceğimiz bir kaynak olmadığına da inandık. Tüm parkur boyunca sadece bir çeşme gördük. tekti ama çok da güzel bir yerdi. Piknik masaları konmuş, orada dinlenip birşeyler atıştırıp, ayakları havalandırdık. Küçük su toplamaları, minik kızarıklar başladı, ayaklarıma isim koydum, artık onların adı Michael Jackson; birkaç parmak hariç hepsi yara bandı dolu… Nefes almakta biraz güçlük çekiyorum. Orman havasını içime çekmeye çalışıyorum ama yarım nefese izin veriyor şu an bedenim. Sanırım sırtımdaki ağrıdan diyaframım sıkışıyor bir şekilde. Batonlar iyi hoş ama sol dizimdeki ağrı iyice arttı bugün. Boyun omurlarım ara ara çantayı çıkarıp dinlendirmezsem sanki ömrüm boyunca öne eğik kalacak gibi hissediyor. Su kaynaklarından emin olamadığımdan mataramdaki suyu hep temkinli kullanıyorum şehirde iki litreden az su içmeyen biri için yetersiz kaldı ve dudaklarım çatlak içinde…

TransMysia ilk iki gün...

Molada köpeğimiz Uzo (ben böyle çağırıyordum) da hem dinlendi hem de biraz sincap kovalamaca oynadı. Günümüze neşe kattı gerçekten, o yan göz takip etmeleri, koştur koştur gidip biz o yöne gitmezsek geri dönmeleri çok tatlıydı. Hani o uzaktan fotoğrafını çektiğim rüzgar gülleri var ya, o sırada bilseydim o rüzgar güllerinin yanına gideceği herhalde yere oturup derdime yanardım 🙂 Sonuçta o rüzgar güllerinin yanına kadar gittik ve tabii hava durumu adında saklı baya esiyordu tepeler… Ve yine biz yol bulma çabasındaydık bir taraftan…

TransMysia ilk iki gün...

Uzun bir süreyi orman içinde geçirdik. Doğanın kokusu, mantarlar, değişik yabani çiçekler, uçuşan böceklerle tam istediğim yerdeydim. Vee sabahki patika krizinin ardından yol yine bizi bir çıkmaza getirdi. Yabani dikenli çalılar, ağaç dalları ile örülü bir yerde takılı kaldık. Harita buradan devam edeceksiniz diyordu ama bir çıkış yok gibiydi yine. Birkaç çalıyı aralayınca eğer 5-6 metre o çalıları kaldırıp geçebilirsek karşıda bir yolla birleşebileceğini düşündüm ve başka bir yol olmadığından da denemek gerekiyordu. Ben önde dalları aralayarak geçiyor bir yandan da arkadaki arkadaşıma da yolu açmaya çalışıyordum. Ama ne mümkün. Malum bir de köpeğimiz vardı o da bir alan kaplıyordu. Benim açtığım aralık arkadaşıma ulaşamıyordu. “Uzo geç önüme” dedim alttaki bir dala basıp geçmesini kolaylaştırmak için “I ııh…” geçmiyor. Arkadaşım dedi bu sefer “Uzo geç arkama”, “I ııh…” geçmiyor. Ne öne geliyor ne arkaya geçiyor… Almış kendini ortamızda korumaya asla kıpırdamıyor… Hadi o da can deyip biz birbirimiz yerine onu da dikenlerin kesmemesi için çabalaya çabalaya geçtik oradan ve evet rotaya girmiştik. Küçük molada Uzo muzır muzır bize bakıp gülmüyorsa ben de Buse değilim 🙂

TransMysia ilk iki gün...Bugünün son durağı Maksempınar köyünün camiisini bir vadi üzerinden uzaktan gördüğümüzde daha iki kilometre vardı ve günün de yavaş yavaş batmaya hazırlandığını görünce hem o manzarayı kaçırmamak adına buraya çadır atmaya karar verdik. Yağmur yağabilir gibi gözüküyordu, biraz korunabilmek adına bir ağaç altına girmek istedik. Ama sonra fark ettik ki zemin çadır atmak için uygun değildi ve biz malzemeleri tekrar toplamak ve yola devam etmek durumdan kaldık. Gün bitti, dinleneceğiz artık derken pek hoş olmadı ama yapacak bir şey yoktu. Maksempınar’a gelince tüm köylerde olduğu gibi oranın köpekleri bir karşılama merasimi hazırlamışlardı bize. Tek farksa yanımızda saatlerdir arkadaşımız olan Uzo’nun olmasıydı. Onu mu koruyalım, diğer köpekleri mi, kendimizi mi derken şartlar Uzo bizden uzaklaştı ve onu o köyde bırakmak zorunda kaldık 🙁 Düşününce hala üzülüyorum, neyse bunu uzatmayacağım… Köy bakkalına köyde kalabileceğimiz ya da çadır atabileceğimiz bir yer olup olmadığını sorduk ama yanıtı olumsuzdu. Gelmeden önce belediye ile konuşurken Maksempınar’a geldiğimizde buradaki Piknik Alanı’nda kalabileceğimiz söylenmişti. Oranın adresini sorduğumuzda 1 km kadar ileride dedi. Biraz daha yürümemiz gerekiyordu! Fırına sorduk o da benzer ama başka bir tarif verdi. Küçücük köyde iki tarif! Epey bir yürüyüp hala varmayınca geçen bir arabayı durdurdum, o da başka bir yerden tarif verip 1 km daha var deyince -ne bitmeyen bir kilometreymiş!- hala göz hizamızda bir piknik alanı yoktu ve buraya varana kadar eğer uygun bir çadır yeri bulursak kuralım dedik. Artık gün gidiyordu ve bir an evvel çadırı atmamız gerekiyordu artık…

Bir arazi görmüştüm oraya bakmak için girdik ağaçlarla yolu kesiyordu ve nispeten güvenilir olabileceğini düşünmüştüm ama araziye girince özel mülke benziyordu ve sahibi rahatsız olabilir düşüncesiyle kurmak istemedik. Tekrar yola çıkıp yürümeye başlıyorduk ki yanımızdan geçen bir araba durup geri geri geldi. Camı açan amcayla diyaloğumuz şöyledi:

-“Dün öğlen Kadriye’ye inerken oğlumla sizi görmüştük. Siz bu çantalarla o zamandan beri yürüyor musunuz?”

-“Evet, dün Kadriye’de kaldık. Maksempınar Piknik Alanı’nı arıyoruz çadır atmak için.”

-“Oraya çiğ yağar, soğuk olur orada kalınmaz”

-“Bir şekilde çadır kurmamız gerekiyor ama…”

-“Köyde niye kalmıyorsunuz?”

-“Sorduk, orada kalınacak yer yokmuş.”

-“Evlerde buluruz size bir yer, gelin köye…”

-“Yok amca teşekkürler, biz evde kalmak istemiyoruz. Buluruz bir yer…”

-“Olmaz öyle… Bizim bir çiftlik var az ileride. Orada bekçinin kulübesi var orada kalın ya da orada çadırınızı kurun”

-“Bekçinin evi olmaz da çadır atabiliriz belki”

-“Dur, oğlumu arayayım. O da sizi biliyor zaten. O da orada, sizi karşılar şimdi”

TransMysia ilk iki gün...

Derken…Kendimizi bahsettiği büyükbaş çiftliğinde bulduk. Oğlu Enver Bey bizi güleryüzle karşıladı. Üç dört kişi daha vardı etrafta. Gerçekten güvenli bir yer mi diye bir yandan etrafa bakıyor bir yandan da neredeyiz biz demekten kendimi alamıyordum. Neyse balyaların arasına çadırımızı kurmaya başladık. Sağolsunlar çadırın demirlerini çakmak konusunda destek de verdi içlerinden biri… Hatta evlerine gitmeden önce marmelat getirdiler akşam soğuk olur yiyin sıcak tutar diye… Akşam bekçinin geleceğini, akşam korkarsak onun kapını çalabileceğimizi, istersek içerde çay yapabileceğimizi söylediler. Dediler “Sabah kaçta çıkacaksınız?”, erken çıkacağımızı söyleyince “Eğer 8 gibi çıkmazsanız biz hep beraber kahvaltı yapıyoruz. İsterseniz kahvaltı yapıp öyle çıkın”. E tabii kahvaltıyı kaçırmamak adına “Tamam!” dedik. Akşam çay mı yapsak derken kahve bulduk ve hemen Türk kahvesi yaptık kendimize, iyi de geldi valla 🙂 Çiftliğin köpeğiyle oynadık, yiyecek birşeyler verdik biraz… Köpek de duyduğu ilgiden memnun kalmış ki bütün gece çadırın önünde bizi bekledi. İyilik yap, iyilik bul… Doğanın dengesini seviyorum…

Günlük yürüyüş mesafesi: 18,27 km.

Hareket saati: 08:00 Varış Saati: 18.45

Bu yazı ilginizi çektiyse bunlara da göz atabilirsiniz;

Geçmişin izinde Mysia Yolları’nda yürüyüş… Hazırlıklar…

TransMysia’da kalan günler…Gözlemlerim…

Yazın serin sporu; Sansarak Kanyonu’nda trekking

Kamp Ateşi’ni Yedigöller’de yaktık

Facebooktwittergoogle_pluslinkedin

Benzer yazılar

Yorum Yapın

*