Cenk’in doğum günü vardı geçtiğimiz günlerde. Özel bir yaş olunca, özel bir hediye vermek istedim ona. Birkaç alternatifli bir liste verdim, “hadi seç, doğum gününde onu yapalım” dedim. Bir ay bekletti beni. Tekrar tekrar ne yapmak istediğini sorduğumda ise bu alternatiflerin hiç birini istemediğini, doğada zaman geçirmek istediğini söyledi. Hemen iki alternatif daha ekledim listeye… Ya kamp yapalım ya da Karadeniz’e gidelim dedim. “Aslında güzel olur, Karadeniz’e gidelim” dedi.
Karadeniz derken bir anlamı vardı çünkü onun için. Cenk’in dedesi orada bir köyde doğmuş. Genç yaşlarında İstanbul’a gelmiş, babası da bilmiyormuş hiç o köyü ve sonuç olarak Cenk de ne o köye ne de Karadeniz’e adım atmamış bugüne kadar. Yani pek bir yabancısı bu yeşil bölgenin…
Gitmeden önce baya bir hazırlandık burası için. Sadece doğada zaman geçirmek istiyorduk ve ona göre rotaları çizdik. Çünkü dağlık bölgeler, zaman sınırı derken hedefimiz bir haftada Rize ve Artvin’i gezebildiğimiz kadar gezebilmekti. Tabii yaşayacağımız birçok şeyden de bi’ habermişiz, ancak yaşadıkça öğrenecekmişiz.
Gitmeden köyün muhtarına ulaştım bir şekilde. Dedim böyle böyle, biz geliyoruz. Acaba akrabalardan orada hala yaşayan var mıdır, bizi tanıştırabilir misiniz? Dedi, ben de sizin uzaktan akrabanızım 🙂
Durum böyle olunca ilk istikamet belliydi.
Maceralı bir yolculukla başladı seyahat. Havalimanına gittik, uçağımızı bekliyoruz derken bir anons, bugünkü uçağınız iptal oldu. Dileyenler parasını iade alabilir, tarih değiştirebilir ya da bir gün bizim sağlayacağımız otelde konaklayıp yarın sabahki uçakla gidebilirler, diye. Önce kaynar sular tepemden aşağı aktı. Dönüş uçağımız belli, planlar bir hafta için yapılmış, bir yandan da araç kiralamıştık ve hatta tüm ödemeyi de yapmıştık onlara… Neyse havalimanında prosedürler, prosedürler… derken dedik madem değiştiremeyeceğimiz şeyler oluyor, o zaman bu durumu keyfe dönüştürelim. Otelde kalalım, yarınki uçakla gidelim, dönüşü de bir gün öteleyelim ve araç kiralamayı da bir şekilde halledelim. Hepsini hallettik de… E tabii yetmedi biz tüm bu işlerle havalimanında uğraşırken bir de deprem oldu İstanbul’da!
Gayet güzel bir otelde geçen gecenin ardından sabah tekrar havalimanındayız. Bu sefer uçağımız kalkmayı başardı. Başardı ama Rize-Artvin Havalimanı üzerinde iki tur attıktan sonra sis nedeniyle inemeyeceğini, inişin Trabzon’a yapılacağını söyledi. Hey Allahım… Varamıyoruz Rize’ye 🙂 Trabzon’da otobüsler bizi karşıladı ve karayolu ile ulaşımımızı sağladık diğer havalimanına… ve burada bizi bekleyen aracımızı alıp yolculuğa başladık.
İlk istikamet Rüzgarlı Köyü… eski yol üzerinden sis, küçük köyler derken İkizdere’ye vardık önce. Buradan muhtarı aradım “biz geldik” diye. Muhtar “e biz sizi dün bekliyorduk” demez mi 🙂 Ben öylesine dinledi sanarken telefonda, adamcağız baya bir ezberinde tutmuş tarihi. Bizi kasabadan aldı önlü arkalı araçlarla köye doğru tırmanmaya başladık. Köyde bizi karşılayan uzaktan akraba, hem kollarını hem evinin kapılarını açtı bize. Muhlama, çay, kek derken güzel bir kahvaltı sofrası kuruldu iki dakikada… Onu tanıyor musun, bunu tanıyor musunlarla keyifli bir zaman geçirdik sofrada. Kar bu sene çok yağmış Karadeniz’e, karşımızdaki dağların beyazlığı gözlerimizde, aşağıda akan nehrin sesi kulaklarımızda… Cenk için ne ifade ediyor, kalbi ne hissetti o sırada bilemiyorum tabii ama dedelerinin topraklarında geziniyor olmasına aracılık edebildiğim için mutluydum ben.
Yataklar hazır kalın dediler sağolsunlar ama biz yavaş yavaş toparlanıp Rize merkeze doğru yolu dökülmüştük bile. Yoldan birkaç otelle görüştük. Bizi otele kabul etmediler. Evet evet doğru duydun, akte imza çakmadığımız için aynı odada kalamazmışız! Delirecektim sinirden. En sonunda o bizi kabul etmeyen otellerden birinin kapısına dayandık ve ayrı odalarda kalma şartıyla lütfettiler bizi otellerine. Günümüzde çocuklarımızı farklı farklı ülkelere git arkadaşlarınla, gez gör bilinçlen derken… gel gör ki kendi ülkemizde karşı cinsiyetten biri ile aynı odada bile kalamıyorsunuz. Aynı cinsiyet olsa kalabileceğim ama bu da ayrı ironi… Söylenecek çok söz var da, neyse bu konuyu fazla uzatmayacağım… Otuz yıldır yurtiçi-yurtdışı bir çok yere ayağım basmıştır, ben böyle bir na-misafirperverlik ile karşılaşmadım! Teşekkürler Rize, sizi bu zihniyetinizle hatırlayacağım.
Sabahın erken saatlerinde rotamızı Arapdüzü Piknik Alanı‘na çeviriyoruz. Harika dağ yollarındayız sis yarıya kadar inmiş ve biz yükseldikçe manzara daha da eşsizleşiyor. Yol boyunca bolca duruyoruz. Bir evin bahçesi dikkatimi çekiyor. Küçük bir bahçe aslında. Bir yanında günlük besinlerini karşılamak için minik bir tarla yapmış aile, bahçenin kalan yanı ise mezarlık. Yaşam ve ölüm nasıl da içiçe ve bu ne kadar da normal… Ve bu kompozisyonu geçtiğimiz birçok yerde göreceğimden habersiz yola devam ediyoruz. Piknik alanı daha çalışmaya başlamamış ama bu bizim gezmemize engel değil tabii… Hangi köşesinden baksak ayrı bir manzara… Ve bir tarafı var ki karşınızdan Pancana Şelalesi akıyor. Ve istersen yakınına kadar da ulaşabiliyorsun hemen…
Yolda bu sefer de dikkatimi sıra sıra çay tarlaları çekiyor. Nasıl güzel bir manzara sunuyorsun sen çay… Geçtiğimiz yollar o kadar dar ki, bir araç geliyorsa karşıdan eğer, sen beklemek zorunda kalıyorsun. Mesela bir beton aracı vardı, onun işini bitirmesi gerekiyordu ki biz de yola devam edebilelim, sanırım on beş dakikaya yakın bekledik arabanın içinde…
Bir sonraki durağımız Çeçeva Çay Bahçesi. Elbette ki bir Doğu Karadeniz klasiği olarak dar, virajlı yollar… Karlı dağlar derken güneş de göz kırpıyor çay bahçesine vardığımızda. Çay tarlası var hemen yanında ve isterseniz yöresel kıyafetler kiralayıp bu tarlada fotoğraf çekebiliyorsunuz. Yanii.. ben yine fotoğraftan ziyade yine ‘an’ın tadı’ derdinde olduğumdan aldım bir demli çayımı, oturdum manzaraya karşı, misss…
Derken… Oranın çalışanları dediler ki “bir saate sis gelecek, bilginiz olsun”. Daha ikinci günümüz Karadeniz’de ama sisi daha İstanbul’dayken uçağımızı etkiledi, sanırım yolculuk boyunca da eşlikçimiz olacak…
Madem Çayeli‘ne yakınız; kuru fasulye yemeden olmaz. Daha önce Rize’ye geldiğimde Lale’de yemiştim öyle çok da matah gelmemişti bana. Biraz araştırdım, kuru fasulyecileri de yetiştiren tek bir yer var, o da Hüsrev dendi. E mecbur gittik. Sevmedim 🙂 Dediler sütlaç da burada yenilir. Ben öyle pirinçte yüzen sütlaç sevmem, yine bir önceki Karadeniz gezimde de harika sütlaçlar yemiştim yıllar önce. O zaman sütlacını da deneyelim Hüsrev’in. Sevmedim 🙂 Anlayacağınız karnım doydu mu doydu ama ben Hüsrev’i sevmedim 🙂
Rotamız Fırtına Deresi’ni takiben Ayder. Yolun başında kocaman! bir Turist Bilgi Merkezi yapmışlar. Duralım da belki bizim bilmediğimiz farklı bir önerileri olur. Ne mümkün! İçine sergi alanı da dahil birçok oda inşa edilmiş ama “Kimse yok mu, kimse yok mu” sesimize cevap alabileceğimiz bir kişi bulamadık. Kapısına sıkıştırdıkları birkaç broşürü alıp oradan ayrılacaktık ki bir adam otoparkta yanımıza geldi. Neyse uzatmayayım, bildiğimizden öte birşey söylemeden yalapşap bir şeyler geveleyince çok da üstelemeden tekrar Fırtına Deresi’ne doğru yola koyulduk. Ya gerçekten çok üzgünüm. Türkiyem’in neresine yıllar önce gitmiş olsam bir sonraki ziyaretimde sükut-u hayale uğruyorum. Cenk’e giderken diyorum ki “Fırtına Deresi bize yol boyunca eşlik edecek, birkaç salaş yer var, içeriz çayımızı, kahvemizi”… nerdeee…. Daha yola girdiğiniz an rafting firmaları sanki kendin pişir kendin ye köftecileri gibi -gel abla gel- sana rafting satmak için yollara dökülmüşler… o salaş yerler kendilerini concon restaurantlara evirmiş… dere desen yapılaşmadan zar zor görülüyor yol buyunca… ben şaşkınlık içinde etrafa bakarken kendimizi Hemşin‘in merkezinde bulduk. Ne de güzel bir kasaba! Bir vadi içinde, yanından hızla akan dere, sevimli bir çarşısı derken merkezindeki kahvede oturup bir mola verebildik.
Derken ikinci hayal kırıklığımda Ayder Yaylası‘nda oldu. Cenk’in ilk yayla ziyareti. Çok da güzel hissetsin istiyorum ama ne olmuş Ayder’e yahu? Zamanında birkaç köy evinin altında otlayan inekler, yerini insanların piknik noktasına bırakmış. Tamam oturun, yeyin, için de bari temiz bırakın. Cam kırıklarından, poşetlere… elinde renkli bir papağan, fotoğraf çekip satma derdindeki seyyar satıcılara. Ha bir de yaylanın baktığı yolun kenarında sıra sıra dizilmiş restaurantlarda Türkçe tabela bulana aşkolsun. Türkiye’de miyim Arabistan’da mıyım anlayamadım. O zamanının köy evleri de pansiyonlara dönüşmüş ve elbette ki üremişler. Of gerçekten çok üzgünüm. Nasıl bir doğa güzelliği ve biz nasıl bir çırpıda rezil edebiliyoruz şaşkınlık içindeyim.
Ayder’in bozulduğunu duymuştum gitmeden. Ama rotamızda başka yaylalar da vardı ve bunları ben de daha önce görmediğim için heyecanlıydım da. Bilgi almak için günübirlik turlar düzenleyen bir yer vardı oraya girdim. Dedim “biz Pokut, Huser, Gito, Sal, Sahara yaylalarına da gitmek istiyoruz. Yol durumu nasıl?” Kızcağız gülümseyerek “üzgünüm bu sene çok fazla kar yağdı. Şu an bütün yaylalar kardan dolayı kapalı ve yollar tehlikeli… Bulut Şelalesi de heyelandan kapalı şu anda” Wowww… yaylalara gidebilmek için biz rotalar çizip, saat saat planlar yaparken meğer hiçbirine gidemeyecek olmamız biraz acıttı tabii. Ama ne diyoruz? Müdahale edemeyeceğimiz şeyler için üzülmek anlamsız. Yola devam…
Polovit Şelalesi‘ne doğru rota oluşturuldu 🙂 Yol nasıl güzel. Yeşil mi mavi mi dersen, önceliğim hep yeşil oluyor. Bana nasıl huzur veriyor anlatamam. Hafif de yağmur bizi kovalarken yol üzerinde Zilkale‘de mola veriyoruz. Kale’nin 5-6.yy’larda inşa edildiği söyleniyor. Bizanslılar için güvenlik noktası olan kale, Osmanlı’ya gelindiğinde hem yolun güvenliği ve kervanların konaklaması için kullanılmış. Bugüne gelindiğinde fena da korunmamış kale. Tepesinden manzarası inanılmaz!
Şelaleye doğru devam ederken yolda sürekli karşımıza çığ riski tabelaları çıkıyor. Ve evet yine gideceğimiz birçok yerde bu risk var. Hani kayma riski olan dağlara demir teller gererler ya kayan taşları tutsun diye, o kadar ama o kadar az yerde var ki o ağlardan… Yol boyunca taşlar önümüze çıkıyor, kim bilir 5 dakika önce mi düştü yoksa birkaç saat mi hiç bir fikrim yok ama yola devam. Polovit Şelalesi sesiyle hipnotize edecek kadar güçlü akıyor şimdi yanımızda. Meditasyon mu, al sana meditasyon! Onu izlerken dünya ile bağlantını koparıyor kendiliğinden. Gerçekten çok etkileyiciydi bence…
Route 66’dan severiz benzinci otellerinde kalmayı 🙂 Amerika’dakilere benzemese de (baya otel burası 🙂 ) konaklamamız bu gece Fırtına Deresi’nin hemen yanındaki Pordanis Hotel’de. Oldukça yorgunuz ve yarını iple çekiyorum.
Sabah ne güzel bir yerde uyandığımızı fark ettiğimde şükür doluydum. Malum kar bizim tatil rotamızı bir yandan olumsuz etkilese de bir yandan da Fırtına Deresi’ni bu karlar öyle güzel besliyordu ki sesi çağlayan gibi akıyordu yanımızda. Kafanı eğ dere, kaldır yamaca dizilen ağaçlar, önümüzde harika bir kahvaltı… wuhuuu…
Hani ‘hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir’ gibi bir söz var ya. Biz de Rize’ye üç gün ayırmışken ikinci günde hava şartları nedeniyle bize “benden bu kadar” dedi. Biz de ‘Peki o zaman’ deyip, Artvin’e doğru yönümüzü çeviriyoruz.
Bu yazı ilgini çektiyse bunları da okumak isteyebilirsin;
Yaya Sınır Deneyimi: Gürcistan’a Doğru
Akçakoca’dan Rize’ye Karadeniz



