Fırtına Deresi’nin kenarında geçen mis bir sabahın ardından bu yolculuğun en en merak ettiğim yeri olan Artvin’e doğru direksiyon başındayım. Bu sınır şehrine ilk defa adım atacağım için çok heyecanlıyım. Ve evet, bugün Cenk’in doğum günü ve O’nun bu günü hep gülümseyerek hatırlamasını istiyorum.
İlk durağımız Arhavi… sahilde sabah kahvemizi içtik. Ne kadar modern ne kadar Atatürk diye bağıran bir yer burası. Güleryüzlü insanlarınla sabah sabah mutlu ettin bizi Arhavi.
Sonra Mençuna Şelalesi‘ne doğru çizdik yönümüzü. Ya gerçekten anlatılmaz yaşanır bir doğası var bu bölgenin. Camları sürekli açıyoruz arabayla giderken ağaçların kokusuna doyabilmek için. Sürekli bir su sesi var etrafta, her viraj bir su akarıyla kesişiyor ya bir şelale ya da bir dere. Gitmektense, sürekli bir durma halindeyiz. Görebilmek, hissedebilmek için. Karadeniz=Beş Duyum sanki… kendiliğinden sakinleştiren, dinlendiren bu haline hayranım…
Mevsim itibariyle nereye gitsek bomboş, Cenk’in tam da doğum gününden beklediği hediye… Arabayı park ettikten sonra yanımızda tüm gücüyle akan nehrin üzerindeki köprüden geçmemiz ve şelaleyi görmek için yukarıya doğru uzun bir tırmanış yapmamız söylendi. Yolun yarısına geldik ya da gelmedik tam da bilemiyorum sanırım bir ev burası, bahçesine tahtadan bir teras yapmışlar. Herhalde sezonda burayı gelen misafirlere çay, kahve molası için kullanacaklar. Duralım dedik biz de. Doğa minik minik canlanmaya başlamış bile mor çiçekler, yeşilin tonları, buradaki çeşme, aşağıda nehirden akan suyun sesi derken doğa yine bize bir dur! dedi. Sessizce oturduk uzun bir süre. Zihnen ben neredeydim, O neredeydi bilemiyorum ama bir ara bu sessizliği bozdum ve evden getirdiğim mumu yaktım, yeni yaş dileğini dilemesi için… umarım ne dilediysen bir bir gerçekleşir ask’ım.
Çıkmadık biliyor musunuz şelaleye… Orada fark ettim ki hedef değildi beni mutlu eden, o hedefe giden yolculuktu. Geçtiğimiz yollardaki güzellikler, beş duyumu kapsayan hislerim, kafa kafaya ettiğimiz keyifli sohbetlerdi beni gülümseten. Mençuna da bana görselden öte verebileceğinden fazlasını vermişti zaten, teşekkürler…
Dağ yollarından Borçka Karagöl‘e doğru gidiyoruz. Bolca tünelden geçiyoruz. Hatta birinden çıktığımızda görevliler yolu kesiyor. Kontrollü toprak kayması yaratıyorlarmış. Bir dozer yukarıdan yola doğru taşı, toprağı gönderiyor bir süre, sonra da görevlilerin yola dökülenleri kenara alıp, yolu açmalarını bekliyoruz bir süre.
İki gündür uzaktan gördüğümüz karlara artık yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Yolda bir inek sürüsü yolumuzu kesiyor önce, sonra tavuklar… Karagöl Milli Parkı’na yaklaştıkça yol kötüleşmeye, karlı dağlar etrafımızı sarmaya başlıyor. İşte bunu beklemiyorduk 🙂 Yol boyunca minik minik şelaleler yol kenarından modumuzu yükseltiyor. Aktif olarak işletme olmasa da içeride, park girişinde ücret kesmeleri ilginç ki burası da özelleştirilmiş durumda. Neyse, artık yol kenarındaki karlar iki adam boyuna ulaştı. Şaşkınlık içindeyim. Karadeniz’de anladığım bir şey varsa eğer turistik bir bölgeye doğru gidiyorsanız ve eğer yolun asfaltında sorun varsa, aradığınızda oteller yanıt vermiyorsa eğer o bölge daha sezonu açmamış anlamına geliyor. İşte şu an da böyle bir durumun içindeyiz. Eriyen karlı bölgelerde yollar su altında, ya Allah giriyorsunuz arabayla. Dallar yolları kapatmış olabiliyor. Yollarda toprak kaymalarını görmek artık rutinimiz oldu falan filan. Milli parkın içinden geçtiğimiz kısa bir yolculuk sonrası gölün kenarındayız. Birkaç piknikçi ve bizden başka kimse yok gölün etrafında. Ama ne güzellik! Etrafımız kar, güneşli bir hava, gökyüzünün yansıması göle vururken, gölün yarısı da hala donuk durumda… Yine bir doğa harikası sunuyor Karadeniz bize…
Akşamüstü oldu bile… Gün batmadan Machael‘e varmayı ve yarın sabah çevresindeki yerleri gezmeyi planlıyoruz. Bu nedenle Karagöl’den çıktıktan sonra yolumuz belli… Dağ yollarında yükseldikçe etrafımızdaki kar artmaya, yollar yine kargacık burgacık olmaya, toprak kaymaları daha da artmaya başladı. Hafiften sis inmeye başlarken, dikiz aynasından geldiğimiz yollara baktığımızda oraların çoktan sisle kapladığını görüyoruz ama hedef belli, yola devam. Bir yandan da Cenk’e de “daha ne kadar çıkacağımız acaba, bulutlara dokunacağım sanki” diyorum. Yol boyunca hep karşı dağlar bizim yüksekliğimizde olurken, etrafta bizden daha yüksek yamaç görmüyorum artık. Az önce dedim ya, yol vs iyice kötüleşiyorsa Karadeniz size kırmızı alarm veriyordur diye. Düşüncemiz Machael’e gittiğimizde bulduğumuz herhangi bir otele girip kalmak olsa da bu işte bir terslik olabilir mi düşüncesiyle internetten kalabileceğimiz yerleri araştırmaya başladım. Birinci otel açmıyor, ikinci açmıyor,
üçüncü dördüncü derken sonunda bir kadın sesi beni yanıtladı. Yolda olduğumuzu ve konaklamak istediğimizi söylediğimde “Burada bütün oteller kapalı henüz. Eğer yoldaysanız zirveye gelmeden hemen geri dönün. Heyelan riski var şu an orada” dedi. Biz Cenk’le önce birbirimize sonra etrafımıza baktık, zirvedeydık 🙂 Sakince yavaşladık, dar yoldan birkaç manevrayla geldiğimiz yöne doğru direksiyonu çevirdik. Doğa, müdahale edemeyeceğinizi bir kez daha hatırlatmıştı bize.
Gün batmak üzereydi ve bir kez daha kağıt üzerinde yaptığımız rota alt üst olmuştu. İlginç bir şekilde bu durumdan haz almaya başlamıştım. Planlarımız an be an değişiyordu ve biz bunun içinde yoğrulurken eğlenebiliyorduk, wow, Buse değişiyorsun!
Siste geçen bir yolculuk sonrası, daha bu sabah saatlerinde içinden geçtiğimiz Borçka‘ya gece kalabilmek için geri dönüyoruz. Geçerken gördüğümüz Black Lake Otel bu akşamki evimiz. Çoruh Nehri’ne ve tarihi asma köprüye karşı olan odamızın manzarasına bayıldım. Yalnız resepsiyonist ile yaptığımız diyalogu paylaşmalıyım. Hayranım Karadeniz insanına…
R: İnşallah turist olarak gelmediniz.
BA: Niye?
R: Rusya’dan soğuk hava bekliyoruz. Pek doğru bir zaman değil.
CK: Borçka’yı çok duymuştum. Meşhur bir yer.
R: Nesi meşhurmuş? Hiç bir şey yok Borçka’da…
Biz dumur…
BA: Burada nerede akşam yemeği yiyebiliriz?
R: Bol tereyağ sever misiniz?
BA: Tabii.
R: O zaman hemen yan dükkanda pide yiyeceksiniz. Zaten başka yer de yok güzel.
BA: Peki akşam kahve içebileceğimiz güzel bir yer var mı?
R: Ben size Türk kahvesi yapabilirim.
BA: Yok cafe gibi…
R: Sturbucks gibi mi?
BA: Yok öyle bir yer olması gerekmiyor.
R: Zaten öyle bir yok! Sadece şık kafe önerebilirim. …. ‘da bir yer var oraya gidebilirsiniz.
BA: Peki buranın balı meşhur diye duyduk. Nereden alabiliriz?
R: Bu mevsimde bal mı alınır, sağılmadı daha. Almayın.
Harika insanlar gerçekten. Net, dümdüz yanıtlıyorlar her şeyi. Resepsiyonistimizin önerisiyle Yöre Pide‘ye gittik. Gitmez olaydık, bilmez olaydık diyeceğim; çünkü her istediğimde artık gidemeyeceğim için o kadar üzgünüm ki. Kullandığı malzemenin kalitesinden acımadan kullanmasına, lezzetinden fiyatına her şeyi mi güzel olur. Muh-te-şem…
Oradan çıkıp ikinci öneri Moi Cafe‘ye gittik. Cenk ilk mumunu doğanın içinde üflemişti ama bir dilek hakkı daha olsun istedim ve pasta eşliğinde tatlı yeyip, tatlı konuştuk. Sonra kalan kahvelerimizi de alıp odamızın balkonunda yağmur eşliğinde ülkemizin en hızlı akan ikinci nehri olan Çoruh’u izledik. Sağlıkla, neşeyle, huzurla, mutlu senelerin olsun canım…
Sabah kahvaltının ardından yine yollardayız. Yol boyunca bir anda karşımıza çıkan şelalelere bayıldım walla. Murgul’dan Deliklikaya Şelelesi‘ne doğru bolca köyün içinden geçe geçe gidiyoruz. Her gün Karadeniz doğası ile beni şaşırtmaya devam ediyor. Artık doydum derken yeni bir manzara beni alıp götürüyor.
Şelale için navigasyon geldiniz dese de gelmiyorsunuz aklınızda olsun gidecekseniz 🙂 O son nokta dediği yerden içeriye doğru 1-2 km yürümek gerekiyor. Kurak dönemde arabayla da gidilebiliyormuş yanına kadar ama oraya araçlar dolunca ne hale geliyor bilemedim. Yanına vardığımızda biz ve şelaleydik ve o kadar da güzeldi ki… Suyun o delip geçen gücüne tanık olmak, suyun naif, şekilden şekle girebilen halinin yanında yakıp, delen gücünü de hatırlamak… Bunu ayrıca yazacağım bloga… Yine durup, izleyip, düşündüğüm, sorguladığım an’lardan biriydi onu gördüğümde… Hayran kaldım sana Deliklikaya…
Yürüdük dedim ya şelaleye kadar… Hani fotoğraf çektikten sonra biraz daha canlandırmak için renkleri vivid yaparız ya modunu. Cenk’e dedim ki “Şu an etraftaki yeşilliğe bakarken gözlerim acıyor. Düşünsene çektiğimiz fotoğrafları bir de vivid yaptığımızı”. O kadar canlı ki renkler… On metre içinde kaç tane farklı ağaç, bitki, böcek türü görüyorsunuz yürürken. Doğanın o kendiliğinden tavrı yine kendiliğinden bir şekilde beni içine alıyor…
Arabamıza doğru geri dönerken bir amca çıkıyor karşımıza. Diyor ‘Şeytan Şelalesi’ne de çıktınız mı?’. ‘Bilmiyorduk oraya da çıkalım mı ki’ dediğimizde de, ‘sakın çıkmayın, şeytan çarpıyor, beni çarptı’. Her giden bayılıyormuş muş, anlatı da anlattı… En son dedi ki, ‘Ama bu eskidendi. Şimdi şeytan yok orada. Çünkü artık herkes şeytan’!
Artvin şehir merkezi bir dağın tepesine konumlanmış. Hiç ama hiç böyle bir ver hayal etmemiştim. Sanki San Francisco’nun virajlı yollarından yukarı tırmanıyorsunuz. Viraj viraj viraj…. Tepedeyse harika bir manzara… Cağ Kebab ve kahve molası için daha ne isterim. Adreslerse, Şimşekler Cağ Kebab ve No 1.
Hedefimiz Şavşat’ta geceyi geçirmek… Ama öncesinde Cehennem Deresi Kanyonu‘nu bir görelim. Otoparkın boşluğundan anlamalıydım yine bir terslik olduğunu, peh… Giriş kapısına tabela konmuş “Dikkat taş düşebilir! Giriş tehlikeli ve yasak”… olsa da girdik.. Başımda baret yok diye pimpiriklenmesem ve omzum izin verse daha da giderdik sanırım ama gitmedik tabii. Şöyle nasıl bir yer, bakıp çok da riske atmadan kendimizi geri çıktık. Kanyonları ve mağaraları oldum olası severim. Burayı da daha doğru bir zamanda derinine kadar keşfedebilirim umarım.
Şavşat’a doğru vadi kuraklaşmaya yollar büyümeye başladı. Yol rahatça akarken karşı şeritten gelen insanlar selektör yapmaya başladı. Ta taaammm… yine geliyor gelmekte olan… Bir noktada araçlar durmuş, yol ilerlemiyor. Heyelandan dolayı saatlerdir burada bekliyorlarmış. Görevliler gelmiş ama heyelanın devam etmesi beklendiğinden kendilerini riske atamıyorlar ve onlar da heyelanın güvenli bir şekilde oluşmasını bekliyorlarmış. Ve beklenen durum gerçekleştikten sonra önce yolu temizleyip sonra da trafiğin akışını sağlayacaklarmış. Mış da mış, süre belli değil, geceyi burada geçirebiliriz diyor yolda bekleyen araçlar. Yerliler için bu durum o kadar normal ki… Şehirde yaşayanların bize sürekli sordukları “Neden Ada?” sorusu canlanıyor gözümde… Şu an onlar için, o şehirde yaşayan kişiyiz çünkü biz de… Sonuç Şavşat yalan oldu bize…
Yine 180 derece bir dönüşle Hopa‘ya doğru rotamızı çeviriyoruz. Sahilde güzelce bir otel bulduk kendimize. İşin ironik tarafı 2,5 günümüz var İstanbul uçuşumuza. Birkaç alternatif plan yaptık hemen. Kars’a doğru mu insek, Trabzon tarafına mı geçsek derken sabah itibariyle Batum’a geçmeye karar verdik. Bekle bizi Gürcistan!
Ve ne çok şey öğrettin bana Rize ve Artvin…
-Hedef mi? Hedefe giden yol mu?
-Zorluklarla karşılaştığında neden başıma geldi mi diyorsun? Yoksa olanı olduğu gibi kabul edebiliyor musun?
-Beklentin gerçekleşmeyince dertlenip üzülüyor musun? An’ın tadını çıkarabiliyor musun?
-Teknoloji ile içiçe misin? Yoksa beş duyunla tüm olanları gözlemleyebiliyor musun?
-Hırsla yola devam etmek mi? Nerede tamam diyebileceğini bilmek mi?
Teşekkürler gezdiğim, gördüğüm yerler… Öğrettiklerin, uyandırdıkların, düşündürttüklerin için… Seyahatim sırasında doğa karşısında durup nefeslendiğim sıralarda hep şu dua geçti içimden, tekrarlayayım da burada da kalsın, “Tüm canlılar, güvende, mutlu ve huzurlu olsunlar”…
Bu yazı ilgini çektiyse bunları da okumak isteyebilirsin;
Yaya Sınır Deneyimi: Gürcistan’a Doğru
Akçakoca’dan Rize’ye Karadeniz



