Türkiye’den Gürcistan’a geçişi nasıl yaptık onu “Yaya Geçişi Deneyimi” yazımda anlatmıştım. Okumadıysan önce oradan başlamak isteyebilirsin belki. Konaklamayı da Hopa’dayken booking.com’dan planladık. Batum ikiye ayrılmış durumda; eski ve yeni. Yeni taraf böyle 50-60 katlara kadar çıkabilen plazalarla dolu ve hala inşaat halinde göklere yükselecek yapılar mevcut. Eski tarafsa Batum’un kalbi denebilecek, tarihi dokuyu hissedebileceğiniz bir bölge. Biz tam ortasında bir yerde kaldık. Sağımız eski solumuz yüksek yüksek binalar 🙂
Konaklama konusu biraz değişikti onun için anlatmadan geçemeyeceğim. Hani plazalardan bahsettim ya biz de bunlardan birinde kaldık. Şöyle bir sistem oturtmuşlar şehirde; bu plazalarda odalar belli insanlara ait. Biz sanki bir otel odası gibi booking’ten rezervasyon yaptık. Bize bir plaza adı verildi. WhatsApp aracılığı ile biri bizimle iletişime geçti ve geldiğimizde onunla buluştuk kapıda ve bizi alıp odamıza çıkarttı. Gezilecek, görülecek yerlere kadar da destek oldu. Bir sorun olduğunda da yine onunla irtibat halindesiniz. Ama o plazanın girişinde ne bir otel adı, ne bir resepsiyonu var. İlginç değil mi 🙂 Sabah kahvaltılarını odanıza o kişi getiriyor, çıkışta da size bir şifre veriyor. Siz de plaza girişindeki odaya ait şifreli posta kutusuna anahtarı bırakıp, videosunu o kişiye gönderiyorsunuz, işlem tamam! Fiyatlarsa Karadeniz bölgesinde kaldığımız otellerin yarı fiyatıydı bu arada…
Otelimiz deniz kenarında ve merkezi bir noktada… Küçük bir ayrıntıysa… Eski tarafa her gün yürüyerek gidebilmiş olsak da bir daha gitsem eski tarafın göbeğinde bir otelde kalmayı tercih ederim sanırım. Yeni tarafta deniz leb-i derya olsa da o inşaat hali yerine otantik bir hal içinde olmak bana daha cazip geldi.
Ve elbette en sevdiğim her zamanki gibi sokak araları… Yaşanmışlıkla dolu sokaklara tanık olmak en etkilendiğim şeydi Batum’da, anlatacağım.
Odamıza çantamızı bıraktıktan sonra hemen attık kendimizi sokaklara… 80’lerden kalma uzuun bir ana cadde yürüyüşü ile ulaştık ana meydana. Ama öncesinde acıktığımızdan yol üzerinde yerel bir restauranta girdik karnımızı doyurmak için. khinkali dedikleri mantıya benzer bir bohça pek bir popüler burada. Kalın bir hamurun içini biraz sulu bir şekilde çeşitli malzemelerle dolduruyorlar. Üzerine sos falan yok. Elle yeniyormuş sonra öğrendik; biz çatal bıçakla pek bir naziktik yerken. İki gün boyunca nereye ama nereye gitsek herkesin masasında bunlardan var. Sonra da bol etle hazırladıkları meşhur bir çorbası varmış Harço, onu denedik. Fena değildi bence. Ama ben eh ama Cenk’in yaşadığı en büyük sorunsa bu senenin yemek gerçeği kişnişti yine. Hani Peru yemeklerini anlatırken bolca anlattığım kişniş burada da her yemeğin içinde. Bu baskın lezzeti biz bir sevemedik gitti…
En popüler yerlerden biri olan Avrupa Meydanı olarak geçiyor. Medea Heykeli bu meydanın simgesi. Pek bir pahalıymış ederi. Ve hemen karşısında Astronomik Saat. UNESCO korumasındaymış bu bina. Uzaktan bakıldığında sanki bir film platosunu andırıyor, şimdi cadılar sihirlerini üzerimize üfleyecek gibi bir his… Sokaklarda gezmeye devam… Sokak aralarında bir hediyelik eşyacıdan koleksiyonum için Batum yüksüğümü de aldıktan sonra Piazza Meydanı‘ndayız. Demir kapısından geçtikten sonra açılan geniş avlu ve etrafına dizili cafeler, restaurantlar…
İtalya’nın meydanlarının modellendiği söylenen bu meydanda konserler de organize ediliyormuş. Piazza’nın hemen karşından … St. Nicholas Kilisesi‘ni görünce girmeden geçemedik. Küçücük, sevimli bir kilise ve şansımıza bir çiftin evlilik seramonisine tanık olduk. Ailelerinden birkaç kişi ve biz vardık sadece kilisede. Mutluluklarına tanık olmak keyifliydi gerçekten…
Türkiye’den Batum’a sırf casino için gidenleri duydum. E nasılmış bakmadan olmazdı. Kıbrıs ve Amerika’dan sonra burası gerçekten kötü. Salonlar küçük, alet az, komisyon alıyorlar. Zaten uyduruktan oynayan onlar için biz gibi küçük lokmalar için pek de keyifli bir yer değil açıkçası. Ben ki casinoya oynamaktan çok etraftaki insanların tepkilerini izlemek, aletlerden çıkan seslerle dalga geçmek için giden biri olarak sessiz, sakin ve küçük hal beni eğlendirmedi. Millet ne için gider ben ne için pehh…
Yorulduğumuz için Julius Meinl‘in cafesini bulunca hemen oradan bir kahve alıp bir parka gidip oturduk. Hem kahvemizi içtik hem de en sevdiğim yurt dışı aktivitesi olan gerçek yaşam nasıl oluyor’u öğrenmenin en kolay yolu olan “bankta otur ve izle” aktivitemi gerçekleştirdim.
Ve uzun uzun anlatabileceğim, Batum’da en etkilendiğim başlığı açıyorum şimdi, “konteyner evler”. Üzerine tez konusu ya da küratörlük gibi bir kabiliyetim olsa sergisini açıp, her biri için hikayeler yazabilirim her bir fotoğrafın altına… Batum’da güzelle çirkin, eski ile yeni, zengin ile fakir birbiri ile içiçe… yine sokak aralarını gezerken o “kal geldi” anlarından birini daha yaşıyorum. Harika dokudaki bir evin yanında ya da yemyeşil bir parkın yan sokağına daldığınızda ki birçok bölgede benzer ama bambaşkalarıyla sıklıkla karşılaşmanız mümkün, bu konteyner evlere rastlıyorsunuz. Bazen üç beş katlı bazen on kata varan bu genellikle bitişik apartmanlardaki katlara konteynerlar duvar olmuş. Kimisi kesilerek balkonlar oluşturmuş, kimisi gayet güzel camları yalıtımlıyken, kimisi plastik örtülerle kapatılmış. Rengarenk çamaşırlar sarkıyor camlardan, balkon demirlerinden. Kimi çamaşırlar rengarenk, kimisinde belli ki bolca çocuk var içeride, kimi kıyafetlerse simsiyah, gri bile yok içlerinde. Durup baktım her birine. İçeride yaşayan insanları, yaşanmışlıklarını, beklentilerini, sokağa yansıttıkları hayatlarıyla hayal kurmaya çalıştım kendi içimde. Dedim ya kabiliyetim olsa diye… Eğer olsaydı her konteynerdan yuvayı fotoğraflardım izinlerini alıp… Sonra gördüğümle bir hikaye yazardım her evle ilgili, sonra da altına kendi hikayelerini öğrenip eklerdim. Görünen ve varolan olurdu belki sergimin adı… Çalmayın ha, bu fikrimi telifi bende 🙂
Diyeceğim, Batum’dan ne kaldı zihninde derseniz eğer, bu evler derim ben… çok özeldi…
Kaldığımız oda Dancing Fountains‘e baktığından, deniz kenarındaki gölette her akşam belli saatlerde yapılan su ve ışık gösterisini izleyip öyle akşam çıkışını yapalım dedik. Ama ne gösteri 🙂 Yaniii… Daha iyilerini görmeyeydim iyiydi… güzel bir şey yapalım demişler ama olmamış ki hiç…
Rotayı yeni tarafa çevirip güzel bir yemek için yollardayız. Buradaki AVM’ler bizdeki gibi değil pek, öyle güzel mağazalar falan pek yok site içi AVM’leri gibi… Ama yeni tarafta açılan bir yer bulduk oraya doğru yürüyüşteyiz. Yolun üzerinde Ters Ev dikkatimizi çekiyor. Bir gürcü restaurantı aslında. Çok bir özelliği yok ama görünce insanı gülümsetiyor 🙂
Grand Mall‘dayız. Burası diğerlerine göre nispeten büyük ve içinde çok da keyifli bir restaurant bulduk, Wonka. Gürcistan’da da her yemeğe itinayle ekledikleri kişniş konusuna öğlen yakından tanık olduğumuzdan yoğurdu artık üfleyerek yiyoruz. Menüde her beğendiğimiz şeyin içinde kişniş var mı diye sorduk walla. Ha bir de domuz eti de serbest. O da aklınızda olsun. Etrafta hangi masaya baksak tahmin edeceğiniz üzere o bohça hamurlardan. Bizdeki salata gibi, yesen de yemesen de var bir masada nedense. Bu arada tabağa en az 5 tane sipariş vermeniz gerekiyor, iki tane getiriver diyemediğiniz gibi bir etli, bir sebzeli olsun gibi bir izin de yok. Ve genel olarak silip süpüreni de görmedim. Hesaplar ödenirken hep tabakta birkaç tanesi ziyan… Neyse, akşam yemeğinde de bildiğimiz tatlardan değil de denemek için Gürcü ya da önceden denemediğimiz tatlara yer açtık masamızda. Khachapuri de onlardan biri. Bizim peynirli pidenin şekli değişik, farklı bir peynirli hali… Güzel mi güzel ama biz de pide ülkesi olduğumuzdan ve sanırım alalarını yediğimizden çok bir özellikli değildi bizim için ama gerçekten lezzetliydi. Yemek fiyatları İstanbul’a yakındı bu arada, öyle çok ucuz falan değil. Mekandansa çok keyif aldım; fondaki müzik, sakinliği, şık dekorasyonu ile… neredeyse kapanana kadar oradaydık.
Bugün attığımız binlerce adımımıza Cenk yeterince söylendikten sonra ertesi gün daha fazla adımlamanın garantisiyle güzel br uyku çektik 🙂
Sabah odamızın balkonunda yaptığımız kahvaltı sonrası, bu sefer sahil hattından ilerleyerek eski şehre kadar yürüyelim dedik. Yaklaşık 5 km sürüyor yanlış hatırlamıyorsam. Yol boyu kumsal. Sporunu yapan insanlar, köpeklerini gezdirenler, miss… Ama yaşam biraz da geç başlıyor gibi bir havaları var. 9.30-10.00 takım elbiseliler başlıyor sokaklarda, 10.00-11.00 ancak spor için yürüyüşteler gibi…. Tabii benim gözlemim, bilemedim 🙂 Burası hep otel bölgesi olduğundan yazın bu kumsallar dolup taşıyordur diye tahmin ediyorum.
Yolun sonunda Miracle Park… Ve bizi Ali &Nino’nun Heykeli karşılıyor. Aşkın hareket eden bu heykelindeki figürler 8 metre boyundalar ve birbirlerine doğru yavaşça hareket ederek değmeden birleşiyorlar. Kurban Sayid’in roman kahramanları olan Gürcü Prenses Nino ile Azeri sosyete temsilcisi Ali’nin aşkı betimlenmiş…
Hemen karşısında Panoramik Dönme Dolap var her turistik şehirde olduğu gibi. İstanbul’da hala niye yok anlamış değilim. Oysa pek bir severiz herkes gibi olmayı 🙂 Bu uzun yürüyüşün ardındanbir kahve molası veriyoruz, karşımızda Ali ile Nino sürekli birleşip sürekli ayrılırken… Bu arada Türk kahvesi alışkanlığı olanlara güzel haber, Batum’da her yerde varneredeyse… Miracle Park’taki heykel, dönme dolap combosunu Alfabe Kulesi tamamlıyor. 130 m yükseklikteki bu demir kule üzerine Gürcü alfabesi işlenmiş. Ve bu alfabenin özellikli bir alfabe olduğu düşünüldüğünde buna saygı gösteriyor olmaları hoş bence… Alfabeleri Latin olmadığından tabelalar falan da zorlayıcı tabii… Türkçe biliyor çoğu falan deniyor ama kimseyle Türkçe anlaşamadık biz, olabildiğince İngilizce. Ve sizin Karadenizli olmadığınızı da hemen anlıyorlar bu arada 🙂
Ve yine eski şehrin merkezine doğru başka başka ara sokakların içinde gezinirken yemyeşil bir park bizi karşılıyor. Parkta keyifle yürürken parkın içinde başka bir park çıkıyor karşımıza, Japon Bahçesi’ymiş burası. Oraya özgü çiçekler, ağaçlar dikmişler, peyzajını buna uygun yapmışlar. Gerçekten çok da güzeldi… Eski taraf benim favorim oldu. Binaların üzerlerindeki süslemeler, eski politik sistemin izlerini görmek sizi gerçekliğe taşıyor.
Dönüşte yine sahil hattına doğru inerken Tiyatro Binası‘nı gördük ve oradan 6 May Park‘a geçtik. Bu park otelimize de yakın olduğundan birkaç kere yürüme imkanımız oldu bu parkta. Yapay göletin etrafında dingin bir park inşa etmişler, söğüt ağaçları bankların üzerinden gölle doğru akıyor. Durup bir mola için şehir içinde böyle yerler olması gerçekten güzel.
Sonra ben yine tatlı derdine düştüm ve dün akşam o kadar çok yedim ki yerim kalmamıştı. Akşam gittiğimiz restauranta gittik oradakilerde aklım kaldı diye. Mekan güzel falan da tatlıları tırt çıktı. Resim güzel ama bayattı 🙂 Sohbet, dinlenme sonrası, hemen karşısındaki The Grand Gloria Hotel’in o meşhur casinosuna gittik. Durum diğerinden farklı değildi, bir çırpıda terk ettik yine olay yerini 🙂
Akşam her yer ışıl ışıl, restaurantlar, kafeler dolup taşıyor. Sokaklar güvenli gözüküyor geçtiğimiz birçok yerde. İnsanlar rahat, kadın erkek herkes sokaklarda… Geceler çok keyifli Batum’da…
Ertesi öğlen Türkiye’den uçuşumuz var. Sabah kahvaltı sonrası artık dönüş yolundayız. Önce Sarp Kapısı’na gideceğiz, Türk sınırında bizi bekleyen arabamızı alıp havalimanına geçeceğiz.
Rize, Artvin derken, plana bir de Gürcistan eklendi, iyi de oldu… Ve planlar değişebilir. Çünkü neden olmasın 🙂
Bu yazı ilgini çektiyse bunları da okumak isteyebilirsin;
Yaya Sınır Deneyimi: Gürcistan’a Doğru
Akçakoca’dan Rize’ye Karadeniz



