Güney Amerika’nın üçüncü büyük ülkesi Peru. Lima da buraya başkentlik yapıyor. Peru’nun Keçuva dilindeki anlamı “Bolluk Ülkesi”ymiş. Lima’ya da “Pasifik’in İncisi” diyorlar 🙂 Biz de Pasifik’in İncisi’ne sabah 06.00 gibi kuş sesleri eşliğinde uyandık. Evet kuş sesleri! Sonradan fark edeceğiz ama gerçekten şehrin göbeğindeyiz ve kapalı camların ardına bile kuşlar cıvıl cıvıl. Buldukları her ağaçta ötüşen kuşlar… nasıl güzel bir his, duymanız lazım…
Otelimizi gerçekten çok güzel seçmişiz. Miraflores’in tam merkezinde. Aslında mutfağından, salonuna küçük bir daire, aynı zamanda resepsiyon ve kahvaltı hizmeti de veriyor. Gitmeden okuduğumuz yazılarda Lima’da güvenlik için Miraflores ya da Barranco bölgelerinde kalınması öneriliyordu ki biz de öyle planladık. Ve sokakları gezerken gördük ki, gerçekten de bu bölgelerin dışına çıkıldığında çift demir kapılarla önlemler artıyor. Kaldı ki Miraflores’te bile evleri elektrikli teller, yüksek duvarlar, güvenlik kameraları koruyor. Otellerin her birinin girişinde özel güvenlikler var. Bununla yanında Miraflores’te gezerken güvensiz hissettiğim bir an bile olmadı, garip bir çelişki. Ama buranın yerlisi olmadığımdan vardır bir bildikleri diyorum ve bu konuyu kapatıyorum 🙂 Ha bir de… Sabah Cenk benden önce uyanmıştı. “Buse gel, gel” sesiyle yanına gittim. Lima’da elektrik telleri hala direklerin üzerinden geçiyor ve odamız ikinci katta ve camlarımız bu tellerin hizasında… Bir baktım, bir sincap bizim odanın önünden geçiyor. Hayatta en sevdiğim hayvan olabilir. Onu izlemek, büyük bir aşk anıydı benim için…
Gitmeden turistik listemi oluşturmuştum. Her zamanki gibi ilk önce onların bir üzerlerini çizip, sonra sokaklarına dalıp kaybolmak gibi bir düşüncem var. Ama önce Turist Information’a gittik ve şehrin bir haritasını aldık. Aynı zamanda da önümüzdeki günlerde yüksek irtifada olacağımızdan olası risklere karşı sorularımızı sorduk, önerilerini dinledik. Sonra ilk iş döviz bozdurmamız gerekiyordu. Buranın para birimi Sol. Dolarla gelmek ve Sol’a çevirmek gerekiyor. 1 Sol 9 TL.(Ekim 2024 itibariyle). Döviz bürolarında fiyatlar neredeyse aynı. Tek söylenen ‘sokaktaki döviz satıcılarından almayın’ yönünde, sahte oluyormuş.Gerçekten de meydanlarda adamlar döviz alım satımı yapıyor, demeseler de almazdım zaten 🙂
Gözüme kestirdiğim ilk yer Kennedy Park. Burası kedileri ile meşhur. Türkiye’den gelen biri olarak bu bölüm ilgimi çekmese de, şehrin merkezinde sosyalleşmek, dinlenmek için bir keyif alanı oluşturmuşlar. Parkın hemen yanındaki kilise –Parroquia La Virgen Milagrosa– ki daha sonra Peru’da gezeceğim tüm kiliselerden daha güzeldi ve içi gerçekten çok görkemliydi. Hemen dışındaki sunakta Meryem Ana kediler tarafından korunduğuna dair bir an yaratılmış. Kennedy Park ile de burada kesişiyor gibiler.
Lima’ya gelmişim, tabii hemen okyanusu görmek istedim. Dalga sörfünün buradan yayıldığı söyleniyor. Üzerimizde mont olmasına rağmen suda alabildiğine sörf tahtaları, gökyüzünde de elektrikli paraşütler var. Okyanus manzaralı Larcomar AVM abartıldığı kadar wow bir yer değil. Manzarası çok güzel olduğundan bu cepheye bakan restaurantlar keyifli ve bir o kadar da pahalı… Mağaza sayısı ise Türkiye’deki orta karar AVMler ile kıyaslandığında az, otantik birşey bulmaksa imkansız. Lucio Cafe ise ilk mola yerimiz oldu Lima’da. Kahvesi güzel, kocaman porsiyonlu çilekli tart ise harikaydı 🙂
Sokak aralarındaki evler genelde az katlı olmasına karşılık sahil boyunca dizilen evler baya bir çok katlı. Sanırım manzaradan çok kişi faydalansın demişler; yok canımm para kazanmayı hiç düşündüklerini sanmıyorum 🙂 Şehrin su tarafı bir falez gibi ama iki aşamalı yapmışlar. Hem o AVM’nin olduğu yerden geçen bir yol var hem de okyanusun kenarından… Aradaki bu sarp faleze de fileler gerilmiş, belli ki toprak kayması oluyor. Şehir düz olduğundan Hollanda gibi burada da bisiklet, scooter kullanımı çok yaygın. Hatta bisiklet turları da en önemli turistik aktivitelerden biri. Tabii ben yürüyerek gezmeyi seven biri olarak Cenk’i de yanımda sürüklemeye devam…
Ve sahil şeridini düzenleyip park haline getirmişler. Hem bu sayede uzun bir yürüyüş ve bisiklet parkuru elde etmişler, hem de ara ara konseptler uygulayarak insanların bu şerit üzerinde biraz daha yol katetmesini sağlamışlar. Aşk Parkı, Parque del Amor da bunların en meşhuru. Perulu sanatçı Víctor Delfín’in El Beso ismini verdiği heykeli, öpücük yani Buse anlamına geliyor! Beso=Buse baya da bir benziyormuş aslında 🙂
Her yerde otantik giysiler içinde seyyar satıcılar var. Biraz fazlalar ama ısrarcı olmadıklarından rahatsız edici değiller. Hatta hayatım boyunca uzak durmayı başardığım bazı uygunsuz ürünler de bunlara dahil. Şimdi buradan yazmayayım; neyse, alır mısınız diye soruyorlar, yok diyorsun ısrar etmiyorlar 🙂
Dalalım sokak aralarına. Geçmişten fırlayıp buraya adapte olmaya çalışan evlerle dolu Miraflores. Camı kaplayan demir parmaklıktan, duvar işlemelerindeki detaycılığa… bugün yapılmadıkları o kadar belli ki… oldu bitti iş bitiriciliğinden çıkıp sanat gibi kendilerini izletiyorlar. Günümün ikinci en güzel anı ise, malum ilki sabah uyandığımda olmuştu. Yolda giderken sincapların bize eşlik etmesiydi. Hani su kapları koyarız ya biz sokaklara kediler için, onlar da ağaçlara yemlikler asmışlar. İki sincabın yemeklerlerine eşlik ettik biz de bir süre. Tamam! İtiraf ediyorum biraz uzun bir süre 🙂 Ne yapabilirim çok seviyorum. Bedenlerinin zerafeti, çekirdeği tutan uzun parmakları, ürkek ama bir taraftan yırtıcı hali… Millet kedi, ben sincap delisi işte…
Bir giyim mağazası gördük sokakların birinde. Neler satıyorlar, fiyatlar nasıl diye kısa bir turladık, çıkışta karşılaşacağım manzaradan habersiz. Mağazanın diğer kapısı bir sinemanın girişine açılıyormuş. Sinemadaki görevli bir merdivenin tepesinde değişen filmin ismini tabeladan değiştiriyordu. Ya gerçekten ben böyle bir şeye tanık olmadım hiç. Eski Amerikan filmlerinden aşina olduğum sahne gözümün önünde hayat buldu.
Akşam Cevicheria Barra Maretazo‘da ben karışık deniz mahsüllü cheviche, Cenk tavuk ve buranın meşhur pilavı chaufalı bir tabak denedi. Cheviche nasıldı derseniz, günün balığı, ahtapot, kalamar, jumbo karides asitte pişirip altına haşlanmış tatlı patates, yanına köz mısır taneleri koyup limonlu bir soslu servis ediliyor. Sushi de seven biri olarak sevdim tabii… Bir tek sorun ki bunu keşke ilk geceden ve en merak ettiğim yemekle öğrenmeseydim, taze kişniş sorunsalı. Bir önceki blogta da yazmıştım, Peru mutfağının vazgeçilmezi olan bu bitki benim ağzıma hiç uygun değil. Bir de burası limon sosunu biraz abartmıştı, daha sonra yediğim yerlerle kıyasladığımda. Ama Cenk ki asitte pişirilmiş deniz ürünlerini tüketemiyor o bile tadabildiğine göre kişniş çıkarılırsa yiyebilir 🙂 İçecek olarak da Peru’nun meşhur içeceği Pisco Sour denedik. %40’larda alkol düşünülünce hafif gibi rol yapan, tatlı bir adam sendecilik katacak kadar da etkili olduğunu söyleyebilirim. Amazon’da konaklayacağımız nehir teknesindeki barmenimizden Pisco Sour yapılışı ile ilgili özel ders aldım, o gün geldiğinde anlatacağım. Ama genel bir bilgi istersen, muskat üzümünden damıtma usulü bir brandy…
Lima’da casinolar serbest bu arada. Dolar ve sol ile makineler mevcut. Daha çok yerli halk var içeride. Kaybetmeyi sevmediğimden bir bakıp çıktık 🙂
22.30 gibi odadayız. Orayı da görelim burayı da derken 22.180 adımla günü tamamlamışız.
Ertesi gün 06.30’ta uyanmıştık. Kahvaltı sonrası, yaklaşık dört saat sürecek Foodie (yemek) turu öncesi yüksek irtifa hastalığına karşı açık bir eczane bulup portatif oksijenimizi, Agua de Florida’yı aldık. Bu yüksek irtifa olayı ne acayip birşeymiş, bunun için ayrıca bir blog yapıp detaylıca anlatacağım ne olup bitiyor diye… Sonrasında Turist Information’da buluştuk ve Avustralya, Venezuella, İsviçre, Fransa ve Türkiye’den gelenlerin küçük bir dünya karmasıyla Old Town’a doğru yola çıktık. Yerel ulaşımla tabii… Aynı bizim metrobüs gibi Lima’da da Metropolitan var. Tıklım tıklım, itiş kakış… git gel bir saate yakın da yol yaptık. Biz alışığız da diğerleri için biraz şaşırtıcıydı tabi bu durum.
Şöyle… Peru’da, büyük küçük her şehirde değişmeyen iki şey ne dersen. Her şehrin göbeğinde bir Plaza de Armas (kare bir meydan, etrafında büyük bir kilise, adliye, karakol gibi bir güvenlik birimi olan) ve Mercado (her türlü yiyecek ve ev eşyası alışveri yapılan kapalı bir pazar) var. Biz de gittiğimizde önce sokakta mısır ve çeşitli soslardan bir lezzet denedik, oradan da bu kapalı pazara gittik. O kadar büyük ve rengarenkti ki… Yiyecekleri mi tadayım, insan portrelerini mi izleyeyim bilemedim. Rehberimiz zaten bir yemek okulunda eğitmenmiş. İrtifada destek alabileceğimiz otları, Peru’ya özel sebze türlerini, protein için yedikleri et, tavuk harici, kemirgen (Cuy diyorlar adına, fare ailesinden) ve sakatatlar gibi birçok konuda bizi bilgilendirdi.
Malum Peru deyince cheviche, elbette burada da sokak versiyonunu tattım. Ama şu kişniş yok mu şu kişniş; tabağa olan aşkımı karartıyor walla. Neyse sonra bir manavın önünde durdu rehberimiz. Onun üzerinde bugüne kadar hiç tatmadığım meyveyi denedim. Chinatown‘a gittik, çok kalabalık. İlla benzeteceğiz ya bir yeri bir yerlere, heh burası da Eminönü 🙂 Burada yollara altıgen taşlar döşemişler. Taşlara dikkatli baktığınızda evlilik, doğum gibi özel semboller tarihler var. Belediye bu taşları satıyormuş ve isteyen dileğine göre kendi özel tarihini yazdırıp buraya döşetebiliyormuş. Beyazlarsa ayırt edici olduklarından diğerlerinden daha pahalı 🙂
Peru mutfağında Çin’den alınan göçlerden çok etkilenilmiş. Meşhur pilavları da Çin mutfağından geliyor. Burada da özel bir hamur içinde protein olan, üzerine acı sınırınıza göre seçebileceğin bir sos dökebileceğin bir sokak lezzeti tattık. Sokak lezzeti ama önündeki kuyruk uzuyor da uzuyor öyle düşün… Ve kapanışta churros. Avrupa’dakilerden farkı daha uzun ve kalın hayal et, içine karamel ya da çikolatadan birini seçmek sana kalmış. Ben üzerine koydukları tarçından dolayı normalde hiç! sevmem. Ama tarçını azdı ve tabii her ikisinden de alıp yarım yarım paylaştık Cenk’le. Aklımda kalacağına midemde olsun. Sonra buradan yavaş yavaş Metropolitan’a doğru gidip dönüş yoluna geçtik. Foodie tur bence Lima’da “yapmadan dönme” listesinin başında. Daha ilk günden onlarca meyve tatmak, yerel gibi alışveriş yapıp, şehir içi ulaşımlarını kullanmak gerçek bir deneyim hissi verdi. Ayrıca bu tur ücretsiz! Sadece yol paranızı ve hizmeti karşılığında içinizden gelen rakamı tur bitiminde rehberinize veriyorsunuz.
Miraflores’e geri döndükten sonra zaman kaybetmeden İnka Market’e gittik. İşte otantik Peru ürünleri satın almak istiyorsanız doğru adres. Amazon öncesi biz Lima’ya tekrar döneceğimizden ön bir araştırma yaptık bugün. Ne, ne kadar, neler ilgimizi çekiyor. Örneğin Alpaca ürünleri burada çok meşhur. Bizse önümüzdeki günlerde bunun merkezine doğru gideceğimizden bugün sadece bakıp, kendimizi heyecanlandırmakla yetindik. Gerçekten önümüzdeki günler için çok heyecanlıyım!
Barranco bölgesi için de Foodie tur gibi bir tur vardı aslında. Ama biz bunu kullanmayalım da kendimiz istediğimiz saatte gidip dönelim istedik. Internette yazıyor zaten herşey; durağın yeri, otobüsün numarası vs. Otelimize de yakın olduğundan durağı kolaycada bulduk. Söylenen otobüs de geldi. Buraya kadar herşey güzel. Otobüs şoföründen nerede ineceğimiz konusunda teyit almak istedik, yanıt yok. Barranco’ya gider mi peki, evet gibi isteksiz bir kafa sallama. Ne kadar ödemeliyiz, yanıt yok. 10 sol uzattık, hooop cebe, para üstü yok. Ve dönüşte öğrendik ki aslında 1,5 sol den 3 solmüş iki kişi! 21 gün kaldım, Peru’da. Şunu söyleyebilirim ki hiç yardımcı değiller turistlere, İngilizce konuşamıyorlar, olabilir ama konuşanlara da gıcıklar. Anlatırım detayları sonra, belki yine Türkiye-Peru farklılıkları diye bir blog yazarım orada konuşuruz.
Neyse sonuçta şoför bizi indirmedi. Biz google map’ten takip edip en yakın bir yerde attık kendimizi otobüsten. Tabii merkeze gidebilmek için bir kilometre kadar yürümek durumunda kaldık. Gelmeden önce Lima’da yapılacakları yalayıp yutmuştum. Barranco bölgesi de Miraflores’ten sonra mutlaka görülmesi gereken yerler arasındaydı. Grafitileri, tahta köprüleriyle Lima’nın en gotik bölgesi olduğu söyleniyor. Evet güzel… Ama bilemiyorum Brugge’de de benzer bir durum yaşamıştım ben. Çok şişirildiği için benim beklentim mi yükseliyor bilemiyorum ama hayallerimin altında kaldı diyeyim ve bu konuyu kapatayım. Sanatın ön planda olduğu turistik bir yer, gördüm aklımda kalmadı. Az önce söyledim ya Lima’ya tekrar geleceğiz diye. İşte iki günlük diğer Lima molamız için gelmeden kalacağımız otelimizi belirlememiştik, hatta Barranco çok methedildiği için gittiğimizde beğenirsek bu sefer de bu bölgede kalırız diye düşünmüştüm. Ama Miraflores’te, hatta kaldığımız yeri o kadar beğendik ki aynı otelde kalmaya karar verdik. Hatta memnuniyetimiz karşılığında bize küçük bir indirim bile yaptılar.
Şehir turistliğinde en sevdiğim şeylerden biri pazar gezmekse diğeri de yerel marketlerinde turlamak herhalde. İnsanlar ne alıyor, genelde neler tüketiliyor, insanların gündelik halleri nasıl vs. Ve sabah rehberimizden öğrendiğimiz bilgi ile markete gittiğimde bir kez daha yıkıldım. Peru’ya gdo’lu ürün sokmak yasakmış. Bu da demek oluyor ki şu an gördüğüm bu uçsuz bucaksız sebze-meyve reyonunda gördüğüm bütün yiyecekler organik! bu nasıl bir lüks yahu… hiçbir şeyin daha iyisi var mı diye düşünerek almak zorunda olmamak. Neyse bunun kuyruk acısıyla etrafta dolanırken lime limonların kilosunun 35 TL (2024 Ekim itibariyle) olması gerçekliği… He bu arada ithal ürünler de çok pahalı. Nutella 600 TL’ydı mesela (Türkiye’de 180TL). Kozmetik de üç katı gibi. Neyse Türkiye’ye dönmeden alınacak birkaç şeyi belirledikten sonra marketten çıktık ve günün yorgunluğunu atmak için bir kahve içtik. Hatta gittiğimiz kafede Cafe Turco görünce Türk kahvesi mi satıyorsunuz dedik. Evet yanıtını alınca bir heyecanlandık ama nasıl yaptıklarını sorduğumuzda heyecanımız söndü; espresso gibi yapıyorlarmış, alakasız yani…
İyice yayıldığımız dairemizi toparlayıp, yine sırt çantasına sığışma zamanı. Sabah 06.00’da teker döner!
Bu yazı ilgini çektiyse bunları da okumak isteyebilirsin;