Uzun süredir internette dolanan bu fotoğrafı ilk gördüğümde dakikalarca düşündüm…
Malum İstanbul trafiğindeyseniz oldukça zamanınız oluyor. Mesela otobüsle, minibüsle giderken bazen insanları gözlemliyorum taa üniversite yıllarımdan beri… tek tek, uzun uzun… Vücut dillerinden anlamaya çalışırım, o an ne düşünüyor, 1 saat evvel ne yaşamış olabilir diye? Belki konservatuar yıllarından kalan bir merak… O zamanlar mimik hocamız Vecihi Ofluoğlu bazı egzersizler yaptırırdı bize… (Hatta saklamış sağ olsun verdiğim ödevi, geçenlerde paylaştı, duygulandım ben de gördüğümde…) Hangi duygular karşısında vücut hareketlerinde ne gibi değişiklikler olur?… Örneğin derste; “sen sinirli ol” derdi, “sen heyecanlı”, “sen neşeli”… Pantomimle anlatmak zordur ifadeleri, söz değil bedendir konuşan… Gözlerin bakışı, dudakların kıvrımı, vücudun kapanışı, bacakların sallanması… hepsi farklı bir hissin habercisidir…
Maskeler… O duvarlarda anlam bulan maskeler aslında bizim hayattaki rollerimiz olmasın? 50 yaşına gelseniz de anneniz saçınızı okşarken hala çocuk değil misiniz? Sevgiliniz ya da eşinizle iken şehvetli bir kadına dönüşmüyor musunuz? Trafiğe çıktığınızda evdeki o aile babası, bazen bir canavar haline gelmiyor mu? Çocuğunuz size kocaman sarıldığında duygusal bir anne olan siz değil misiniz?
Maskeler tiyatronun da sembolüdür bilirsiniz… Biri gülerken diğeri ağlar… Hayat gibi… Acısı tatlısıyla… Neşesi hüznüyle… Doğumu ölümüyle… Bu ikili sembolde; gülen tarafı severiz de, o somurtan taraf hep bizden uzak olsun isteriz… Acaba haksızlık mı ona? O olmasaydı gülen taraf anlam kazanır mıydı yaşamımızda?
Tiyatrodan bahsettik ya… Dünya denilen yaşam alanı geniş bir sahne, üzerinde de onlarca rol var. Bunca oyuncu olmasına karşılık her oyuncudan da her perdede farklı maskelerle sahnede yer alması bekleniyor. Ve size düşen ödevse o rolleri en iyi şekilde oynayıp perde kapanırken en çok alkışı almak oluyor… Peki siz bunu mu istiyorsunuz?
Basit görünüyor ama ne olur bahsettiğim fotoğrafa bir daha bakın. Bunlar sadece kareye sığabilen maskeler… O kadar kolay mı sizce… Kendimiz olup, bu maskelerin birleşiminden “ben” çıkartmaya çalışırken, sadece siz yoksunuz ki sahnede… Ya da dekor siz istiyorsunuz diye değişmiyor ki… Bir de başka boyutu var malesef bu hayat denen oyunun… Ve en çok da bu anlamsız geliyor bana… Olaylar karşısında yapıştırılan maskeler… “Anne gibi davran”, “Yaşlandıysan kapat kendini hayata”, “Ölüm varsa ağla”, “korku filmi izliyorsan kesinlikle kork”… Hayır ben nefret ediyorum bu yerel yapışkanlı maskelerden… Kızım iyi not aldığında kızıyorum (!) ona, “hep böyle yüksek not getirmek zorunda değilsin” diye… Onunla hala paten kayıyorum sanki o değil de ben 10 yaşındaymışım gibi… Etrafta onca insan var ve ayıp (!) diye çekinmiyorum kahkaha atarak gülmekten… Ya da tanımadığım bir balıkçıyla konuşurken sahilde ağlıyorum onunla, yanımdan onca insan gelip geçerken…
Maskeler insanların görünen yüzleri… Çıkarıp yüzünüzden “kendiniz” olmayı denediniz mi hiç? Birilerinin ağladığı bir ortamda ağlamak istemiyorsanız eğer, gülümsediniz mi? Üst düzey yönetici egosunun verdiği o kacamann! maskeyi fırlatıp kravatı başınıza dolayıp dolaştınız mı ofisin içinde? Otoritesiyle dağları deviren babanızın kolları arasına, yüzünüzde muzır bir gülümseme ile sokuldunuz mu? Deneyin artık, sıyrılın maskelerinizden… Başkalarının verdiğini rolleri oynamayı bırakın, çıkarın onların taktıkları maskeyi yüzünüzden… Korkmayın “o ne dedi”, “bu ne der”, “ne yaparsam doğru” demeyi… Duygularınızı ama hissettiğiniz gerçek duyguları sergilemekten kaçmayın artık… Seviyorsanız seviyorum deyin, böğür böğür ağlamak istiyorsanız ağlayın, kahkahadan katılacaksanız işte an bu andır… Bırakın puslu, gizemli havaları artık…
Birisi maskenizi düşürmeden siz fırlatın suya… “Bugün hangi maske yüzüme yakışıyor, onu seçip sokaklarda dolaşayım?” diye duygularınızı dağlarken, asıl kendi hislerinizi yok ettiğinizi farkındasınız değil mi? Kulisten izlemeyin hayatı… Shakespeare’in trajedyasında dediği gibi “Bütün dünya bir oyun sahnesi…” ve herkes kendi başrolünü oynuyorsa hayatının, hakkını verin rolünüze… Ama sadece “siz” olarak…
Başka bir egzersizde hocamız “maskeleme”yi öğretmişti bir gün… Avucumuz kapalı elimizi yukarıdan aşağıya yüzümüzün üzerinden geçirmemizi istemişti önce… Ama bir kural vardı; elimizin her geçişinde farklı bir duygu vermeliydik suratımıza… Yukardan aşağı inerken şaşkınsak, aşağıdan yukarıya çıkarken korkmuş olmalıydık mesela… Hızlı ve değişken… Tıpkı hayat gibi…
Biliyorum maskelerle yaşamak güzel ve bir tatil beldesindeki o sakin limanlar kadar güvenilir… Herkesin bildiği ifadeler, tepkiler var bedeninizde… Ama siz o musunuz?… Çok tutmayın maskeyi üzerinizde ki yapışmasın… Belki deli diyecekler bana dedikleri gibi… Ama en azından ben “benim”… Siz de “ben” ile ödüllendirin kendinizi… Çıkarın maskelerinizi…
Bütün dünya bir sahnedir…
Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu…
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi bir çok rolü birden oynar,
Bu oyun insanın yedi çağıdır…
İlk rol bebeklik çağıdır,
Dadısının kollarında agucuk yaparken…
Sonra mızıkçı bir okul çocuğu…
Çantası elinde, yüzünde sabahın parlaklığı
Ayağını sürerek okula gider…
Daha sonra aşık delikanlı gelir,
İç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şiirleriyle…
Sonra asker olur, garip yeminler eder.
Leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç,
Savaşta atak ve korkusuz,
Topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar…
Sonra hakimliğe başlar,
Şişman göbeği lezzetli etlerle dolu,
Gözleri ciddi, sakalı ciddi kesimli…
Bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur
Ve böylece rolünü oynar…
Altıncı çağında ise palyaço giysileriyle,
Gözünde gözlüğü, yanında çantası,
Gençliğinden kalma pantalonu zayıflamış vücuduna bol gelir.
Ve kalın erkek sesi, çocukluğundaki gibi incelir.
Son çağda bu olaylı tarih sona erer.
İkinci çocukla her şey biter.
Dişsiz, gözsüz, tatsız, hiç bir şeysiz…
(William Shakespeare’ın ‘Nasıl Hoşunuza Giderse’ adlı oyununun 3. Bölüm 7. Trajedyası)
Güzel makale olmuş ilgi ile okudum saolun