Akçakoca’dan Rize’ye Karadeniz…

Gezimiz sabahın erken saatlerinde çıktığımız İstanbul’da başladı. Dükkanlar daha yeni kepenklerini açarken vardığımız Akçakoca’da kahvaltı edecek yer bulmakta güçlük çektik. Biz de fırından aldığımız ekmek eşliğinde evden getirdiğimiz kahvaltılıkları yemek üzere sahilin en güzel bankını aramaya koyulduk. Kareli örtümüzü serip yunusların dansını izleyerek çok keyifli bir kahvaltı yaptık. Yolun karşısında henüz temizlik yapmakta olan restaurant bize acımış olsa gerek ki gelen demli çaylar bize Akçakoca halkını sevdirmeye yetti de arttı. Güneşin de yüzünü göstermesinin verdiği enerji ile yola devam…

Yol üzerindeki köylü pazarı yemyeşildi. Her sebzeyi almak istedim. Meşhur Karadeniz Ereğli çileğimizi ve körpe salatalıklarımızı aldıktan sonra yola devam ettik. Karadeniz Ereğli’de ilk durağımız Cehennemağzı Mağarası. Ören yeri gibi bir yerin içerisinde üç mağara gezdik. Biri Ayazma, biri Kilise, diğeri ise bizi en etkileyen oldu. Dar girişli mağaranın kapısında başımızı eğmemiz için uyarılıyorduk. Dar merdivenlerde aşağı doğru inerken başımıza tavandan su damlıyordu. Dik merdivenler sizi varlığını tahmin edemediğiniz bir gölete götürüyor. Orada yüzmek herhalde inanılmaz bir deneyim olurdu. Buradan sahildeki şimdi müze olan Alemdar gemisini ziyaret etmek istedik ama gittiğimiz sırada müze kapalı olduğundan maalesef içini göremedik. Sonrasında şimdi müze olan Halit Paşa Konağı’nı gezdik. Dört kata yayılmış müzenin odalarında çok güzel bir deniz manzarası vardı. Herhalde burada yaşayanlar şimdi yaşasaydı “eskiden önümüzde ne yol, ne de bu cafeler vardı” derlerdi. Oldukça büyük bir konak… Bir katında tipik eski Ereğli ev yaşamı anlatılırken diğer katlarda peşkirler, mühürler, takılar, paralara ayrılmış…

Şimdi Zonguldak’a doğru yolumuzu tuttuk. Vardığımızdaysa artık karnımız acıkmıştı. Tavsiyeleri dinleyerek Doktorlar Lokali’ne gittik. İyi ki de gitmişiz. Hiçbir tabelası olmadan tamamen tarif üzerine gittiğimiz mekanın geniş bahçesinde yediğimiz Karadeniz levreği çok lezizdi. Semizotundan dereotuna, domatesten naneye adı yeşillik salatası ama birçok yeşili biraraya getiren salata tıpkı Karadeniz’in her köşesini saran ağaçları anımsatıyordu. Oradan geçtiğimiz Gökgöl Mağarası’na oldukça geniş bir avludan giriliyor. Mevsimin bahar olması bizim biraz şanssızlığımız oldu. Bu da 850m.si gezilebilen mağaranın su baskını nedeniyle sadece 350m.sini gezebildik. Aslında yazın ve sonbaharda gezilmesi tavsiye ediliyor. İçindeki sarkıt ve dikitler görülmeye değer…
DSC01428Yüksek rakımlı, bol yeşilli ve bahar dalları ile bezeli uzunca bir yolun ardından Kastamonu’dayız. Kalacağımız Uğurlu Konağı’nın Kale manzaralı yemyeşil bir bahçesi var. Odamızda bekleyen meşhur çekme helvanın tadı damağımızda. Odamız taş bir açık avluya açılıyor. Burada bir ağacımız bile var. Hafif bir akşam yemeği ve balkondaki çay keyfinin ardından günün yorgunluğunu atmak için odamızdayız.

Sabahın erken saatlerinde aldığımız kahvaltının ardından otelin çok yakınında olan bir türbe camiiyi ziyarete gittik. Ardından Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı El Sanatları Araştırma Enstitüsü’nün yerini gezdik. Kastamonu’ya gelip de buraya girmeden dönmemek var. Üst katta tipik bir konak hayatı anlatılırken alt kat el işlemesi dokumalar, ahşap işlemeciliğinden örnekler ve satışı var. Ahşap sandıklar, halılar ve yine el işçiliği sedirde aklımız kalarak konağın çiçeklerle kaplı bahçesinde ortamın tadını çıkarttık.

Osmanlı Sarayı’nın yanına arabımızı park ettikten sonra şehrin ara sokaklarını gezmeye başladık. Meydandaki kuşlara yemek verirken çok eğlendik. Kaya mezerlarını görüp, çekme helvanın yapılışını yerinde dinledikten sonra otelimize dönüp bakçedeki çay keyfimizin ardından rotamızı İnebolu’ya çevirdik.

İnebolu yolu üzerinde Küre Dağları var. Yol virajlı olmakla birlikte çağ ağaçlarının çeşit çeşit renklerini görmek buna değiyor. Yol buyunca her noktada durup her manzarayı içine sindirmek istiyor insan.

İnebolu bizi sisle karşıladı. Sahildeki Türk Ocağı gezilebilir tek yer olmakla birlikte beklentimizin çok altında kaldı. 350 kadar evin restore edildiğini belirtiyor kaynaklar. Ama bu evler ya öylesine gizlenmiş ya da o kadar turizmi yapılmıyor ki bulmak güç. Açıkçası İnebolu sükut-u hayal oldu bizim için…

Şimdiki rota Sinop. Sinop’un bu kadar soğuk olduğunu tahmin edemedik. Oradakilerle konuştuğumuzda buranın genelde böyle olduğu ve soğukların Rusya’dan geldiği söyleniyor. Gerçekten de parmaklarımız takırdadı. Tek avuntumuz yağmurun hala kendini göstermemiş olması. Önce şehri yürüyerek gezdik. Alaaddin Camii ve medresesini gezdik. Yürüyüşümüz sırasında itfaiye merkezinde bir itfaiyeci ile tanışma ve sohpet etme fırsatı yakaladık. Akşam Sinop mantısı yemek üzere Teyze’nin Yeri’ne gittik. Gerçekten de tadılmaya değer. Bir yanı DSC01548yoğurtlu bir yanı cevizli mantının sunumu da lezzeti de muhteşemdi. Arabayla yaptığımız “panoramik” şehir gezisinin en güzel yanı kıyıya vuran dalgalardı. Geceyi Tarım İl Müdürlüğü’nün lojmanında geçirdikten sonra sabah Kale’nin etrafındaki maket tekne atölyelerini gezdik. Ve seyehatın en etkileyici yerlerinden biri olan Sinop Cezaevi’ndeyiz. Gerçekten tüyler ürpertici. Zindan, avlular, koğuşlar, görüş odaları, hamam… Hepsinde yaşanmışlıklar olduğunu bilmek, hem acı hem hüzün hem de korku veriyor. Yüksek surlarla çevrili hapishane kaçmayı imkansız kılıyor. Şu anki bakımsız hali o zaman nasıldı bilemiyorum ama neler görüp neler geçirdiğini hayal bile edemedik.

Hamsilos Mesire Yeri’nde deniz, ağaçlar, çimenler ve sincap kardeş eşliğinde yaptığımız kahvaltıya diyecek yok… Tek sıkıntımız çivi gibi soğuk…

DSC01586Ve Erfelek’e bağlı şelaleler bizi umduğumuzla buluşturmadı. Stabilize yollardan ulaştığımızda bizi yaklaşık 10m.’den akan şelale bekliyordu. Asıl 28m.’den akan bir şelale varmış ki buna gitmek için yaklaşık 45dk.lık bir trekking sonucu ulaşılıyormuş ki bu durumu öncesinde hiçbir kaynaktan öğrenmediğimizden bizi aştı. Asıl bizi mutsuz eden ise buranın bakir bırakılması değil terk edilmiş görüntüsüydü. Soru sorabileceğiniz bir kişi bulamadığınız gibi etrafın küçük bir çöplük görüntüsü oldu. Hal böyle olunca gezinin bu bölümü yolu uzatmaktan öteye gidemedi. Yolun devamında görmediğimiz kadar inek, köpek ve koyunların yanında kaplumbağa ile selamlaşmamız çok keyif vericiydi.

Samsun yolu Bafra’dan geçiyor. Eee “Bafra Pidesi yemeden geçmek olmaz” deyip kendimizi masada bulduk. Sonunda Samsun’a vardık. Samsun, Sinop’la kıyaslandığında oldukça büyük ve kalabalık. Amisos Tepesi’nde milattan öncelere dayanan bir mezar kalıntısı bulunuyor. Buraya teleferik ile çıkılabileceği gibi araçlarla da çıkmak mümkün. Bandırma Vapuru’nun sahildeki demosunu gezdikten sonra yağmur eşliğinde şehirden ayrıldık.

Trabzon Boztepe’de ciddi bir yağmura yakalandık. Şemsiye’nin altında kızımın söylemiyle “romantik” bir çay keyfi yaptık.

DSC01697Ve Karadeniz’de gittiğimiz en uç nokta Ayder bizi güneşle karşıladı. Tarihi köprüleri, tüm hırçınlığı ile akan Fırtına Deresi, yeşilin her tonuyla süslü Kaçkarlar’ın tepesindeki karların sisle buluşması, kar sularının yol yaptığı ve ucundan su içtiğimiz çeşmeleriyle tam bir doğa harikası. Her baktığın nokta fotoğrafın bir karesi sanki. Dört mevsimin bir arada yaşandığı, tshirtle fotoğraf çekerken üç kat montla sırılsıklam ıslanabildiğin, bir yandan da yolun kenarındaki kar kütlelerine dokunabildiğin bir cennet… Sanki beş duyu için yatarılmış. Tam bir görsel ziyafet yaşatırken mis gibi doğanın kokusunu içine çekebildiğin, dillere detan balını tadıp, çağlayan derenin sesiyle büylendiğin, kara, suya, ota aynı anda dokunabildiğin bir gerçek…

Ayder’e giderken kahvaltımızı Zümrüd-ü Anka isimli bir butik otelde yaptık. İyi ki de yapmışız. Misafirperverliği ile memnuniyet uyandıran, sundukları lezzetli yumurtaları, süzme yoğurt ve tereyağ ve reçelleri ile soframızı donattıkları liman manzarası ile de bize keyifli bir sunum yaptılar.

Çamlıhemşin’in keyifli caddesinde gezip güleryüzlü esnafı ile tanışma fırsatı yakaladık. Yöresel baş eşarpları bizim bildiğimiz adı ile poşu onlara göre Çal satın aldık. Ballar çok pahalı. Topladıkları rakım yükseldikçe fiyat daha da artıyormuş.

Trabzon’a dönüş yolu Çayeli’nden geçiyor. Malum kuru fasulyeleriyle meşhur. Lale’de yediğimiz kurular oldukça lezzetliydi.

Rize’ye gelip çay içmeden dönmek olmaz. Buna karşılık Rize’yi tepeden gören Botanik Çay Bahçesi’nde içtiğimiz çay maalesef beklentimizin altında kaldı. Hal böyle olup yağmur da çıldırmışcasına göğü delerken dönüş yoluna geçtik.

Trabzon çarşısında gezerken beni mutlu edenlere gelince… İnce ince dokunan telkarilere bakmak, bakırları döverken çıkan sesi dinlemek, hatta yapılışı 70 yılın üzerinde eski bakırların zerafetini yenilerle kıyaslamak, Selim Pastanesi’nin özellikle sade dondurmasını yemek, geçmişten bugüne kalan Trabzon içliklerinden seçmek, Atatürk Müzesi’ni gezmek, Ayasofya Müzesi’nin bahçesinde Türk kahvesini yudumlamak, beton helva almak, Pide-Sun’da kavurmalı pide yemek, Boztepe’de şehre karşı çay içmek, Trabzon bezlerinin çeşitlerini karıştırmak, Sümela Manastırı’nın büyülü atmosferini yaşamak, Trabzon bileziklerine gıptayla bakmak, dolmuşa binip halka karışmak, Yeşil Mandıra’dan telli minzir, tereyağı, kıtlama almak, Akçaabat’ın köy pazarını gezmek, köftesini yemek, Lalezar Pastanesi’nin bezelerini tatmak, sahilde yürüyüş yapıp dalgaların sesini dinlemek ve en önemlisi halkın yöresel ağzını dinlemek 🙂

Ve artık sabahın erken saatlerinde İstanbul yolundayız. Samsun’u geçtiğimizde sağlı sollu menemenciler bizi kahvaltıya davet etti. Eee biz de kıramadık. Gerçekten de dedikleri kadar vardı. Bir güzel karnımızı doyurduktan sonra yol boyunca Çorum’dan leblebi, Osmancık’tan pirnicimizi aldık.

Şimdi İstanbul’dayız. Bu gezimizi yaptıklarımızın ve anılarımızda güzel izler bırakmasının mutluluğu; yapamadıklarımızın ise “bir sonraki sefer yapacağız” düşüncesinin heyecanıyla noktalıyoruz.

Facebooktwittergoogle_pluslinkedin

Benzer yazılar

Yorum Yapın

*